“Dünya edebiyatı” ve ulusal edebiyat

Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda, tek tek ulusların yarattığı zihnî ürünlerin herkesin ortak malı olduğunu, çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatının doğmakta olduğunu yazmışlardı. Bu saptama 1848’de yapılmıştı. 21 sene önce, yani 1827’de Goethe, dünya edebiyatı kavramını ilk kez kullanmıştı:

“Kendini her yerde ve tüm zamanlarda yüzlerce ve yüzlerce insanda gösteren şiirin, insanlığın evrensel mülkü olduğuna tamamen ikna oldum… Ulusal edebiyat artık anlamını yitirmiş bir terimdir; dünya edebiyatı çağı kapıdadır ve herkes onun yaklaşımını hızlandırmak için elinden geleni yapmalıdır.”

“Ulusal edebiyatın artık anlamını yitirdiği” saptaması bugün bile tartışmalıdır, ancak dünya edebiyatı kavramının 1800’lerin ilk yarısında doğması oldukça anlamlı.

Engels, tarih ile insan etkinliği arasında şöyle bir ilişki kurmuştu:

“Tarih hiçbir şey yapmaz, engin zenginliğe sahip değildir o, çatışmalara girişmez. Tersine, bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip bulunan ve bütün bu çatışmalara girişen insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı, kendi ereklerini gerçekleştirmek için kullanan -sanki kendi başına bir kişiymiş gibi- tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri ardında koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.”

1800’ler öz ereği peşinde koşan bir sınıfın, tarih sahnesine ağırlığını en yoğun biçimde koyduğu tarihti. Özlemleri ve acıları ortaklaşmıştı. Dünya edebiyatı kavramının böyle bir iklimde gündeme gelmesi bu durumun doğal sonucuydu. Çünkü romanın ana konusu insan etkinliğidir. Ve insan etkinliği, bir sınıfın kimliğinde, ulusal sınırları aşmıştı. Roman, belirli bir toplumsal ortamda ve zamanda insanı ve insanın etkinliğini ele alan özgün bir tür hâline gelmişti. Bu yeni durum roman okurlarını da etkiledi. Roman okurları da toplumsal ortamla koşullandılar. Artık okudukları romanla kendi toplumsal ortamları arasında bir bağdaşıklık kurma eğilimindedirler ve sonuç olarak romanı, toplumsal koşulların ve ortamların temeli olarak kavrarlar.

Dolayısıyla tarihin insan etkinliğiyle bağının somut olarak kurulması, romanın üstünlüğüdür; ve evrensel boyutlarını açığa çıkaran bir durumdur.

Herkesin ortak malı olan romanlara dikkat edin: Tarih ile insan ereği arasında, toplumla tarihsel süreçler arasında bir ilişkiyi deştikleri saptanacaktır. Bu tür romanlarda tip ve kurgu uyumu oldukça yüksek bir aşamadadır. Çünkü tip, kurgunun sınırları içinde, ereklerinin peşinden koşuyor. Kurgu, tarihle buluştuğunda, bir tarih tezine ulaştığında, tip daha gerçekçi oluyor. Tarih dışı bir tip yok; içinden tip’in gelişip serpilmediği bir kurgu da yok. Varsa o roman olmuyor. Tarih tezi, tip’i ve kurguyu, okurun gerçekliğiyle ve zamanla buluşturuyor. Oblomov, Behlül, Emma gibi tiplerin kalıcı olmasında bu durumun ağırlıklı bir rolü var.

Marx, “halkla maneviyat arasında, yaşamla bilim arasında, özgürlük ile insanlığın arasında” bir uçurum açıldığını söylemişti. Bu uçurum, tarihle insan etkinliği arasında da açıldı. Roman, bütün bu kavram ve değerler arasında açılan uçurumu yazın alanında kapatıyor.

Elbette roman, bir tür olarak ortaya çıkmadan önce de insana ve toplumsal yaşama dair düzyazı formunda metinler yazılıyordu. Kuşkusuz romanı o metinlerden ayıran ve dünyalılaştıran insan ereğinin bir sınıfın kimliğinde ortaklaşmasıdır. Romanın bir tür olarak Batı’da ortaya çıkması, gelişmesi ve kendi yolunu bulması da bu doğrultuda açıklanabilir. Fakat bugün roman insanın olduğu her yerde üretiliyor. Romanın doğduğu coğrafyanın özellikleri, o coğrafyaya özgü teknikleri, romana, ister istemez, işlemişti. Bu, uzun süre romanı “tekmerkezli” bir tür hâline getirdi. Yani roman Batı demekti. Dünyaya yayılırken de bu özelliğini korudu. Örneğin Osmanlı dönemi Türk romanı, ortaya çıktığında, Batı etkisinde yazıldı. İlk eserleri, büyük oranda, Batı romanının taklididir. Birçok ülkenin romanı da benzer kaderi paylaştı. Her ülkenin romanının kendi sesini bulması epey zaman aldı. Burada uluslaşma sürecinin özel bir yeri var. Bu yüzden Goethe’nin, “Ulusal edebiyatın artık anlamını yitirdiği” saptaması, bütün ülkelerin uluslaşma süreci tamamlanana kadar yanlışlanmak zorundadır.

Kojin Karatani, modern ulus devletlerin oluşumunda edebiyatın rolüne olumlu bir gönderme yapıyor. Çünkü edebiyat, ulus devletlerin oluşmasında etkiye sahip olan dil birliği açısından son derece önemli. Ona göre, “‘edebiyat’, Kanji, Latin ve Arap alfabeleri gibi, dünya imparatorluklarının alfabe dilleri karşısında yeni alfabe dillerini (söz-yazı birliğini) şekillendirmiştir.”

Romanın, ait olduğu ulusun sesiyle donanması, genel insanlıktan kopmak anlamına gelmiyor. Tersine, romanın, ulusal sesine kavuşması, onun, genel insanlığın sesine ulaşmasının da koşulu. Örneğin Shakespeare ve Goethe’yi büyük yapan sadece edebi yetenekleri değildi. Onlar, İngilizce ve Almancanın inşasında yani ulus devletlerinin kuruluşunda önemli bir rol oynadılar. Dante, modern İtalyancanın yaratıcısı kabul edilir. İtalyanlar için ulusal değer ve gurur kaynağıdır. Aynı zamanda bütün insanlığın ortak malıdır, Shakespeare ve Goethe gibi. Yunus Emre de Türk felsefesinin ve dilinin büyük bir atılımıdır. Bu büyük edebiyatçılar, insanlığın bütün ortak değerleri gibi bir ulusa aittir ve ait oldukları ulusların inşasında rolleri vardır. Bu bakımdan ulusal olmayanın evrensel olamadığını da not düşelim.

Marx ve Engels’in, dünya edebiyatının ulusal edebiyattan doğduğuna yönelik tahlillerini yukarıda vurguladım. Dünya edebiyatının ulusal edebiyatlardan doğduğu vurgusu ve ayrıca Marx’ın, yazılarındaki edebi göndermelerde alıntılar yaptığı eserlerin kendi ulusunu, kendi zamanının toplumsal koşullarını temsil etmesi, ulusal ve evrensel ilişkisini kuvvetlendirmektedir.

Kagan’a göre de ulusal olanla evrensel olan arasında bağ vardır. Bu bağı koparmak, “estetiksel bakımdan” zararlı: “Ulusal ya da ırksal ayrıcalıklar adına genel insansal olan’ın yadsınması kadar, soyut genel insansal olan adına ulusal olan’dan vazgeçilmesi, metafizik, gerici, estetiksel olarak zarar verici bir şeydir.” Çünkü, “Sanatsal yaratımda ulusal özgünlük, halka bağlılıktan ayrılmayacağı gibi, sanatta genel insansal olan da ulusal özellikten ayrılmaz.”

Kagan burada başka bir şey daha vurguluyor. Ona göre ulusal özgünlüğün koşulu da halka bağlılıktır. Bunu, insan etkinliğini merkeze alan bir anlayış olarak da okuyabiliriz.

Yani (1) romanın tekmerkezli bir üretim olmaktan çıkması ve her ulusun romanda kendi özgün sesini yakalaması, uluslaşma süreciyle iç içe geçen bir tarihsel dönemin sonucudur. Ancak burada karşılıklı bir etkiye gönderme yapmak zorundayız. Romanın Batı etkisinden çıkması, uluslaşma sürecinin sonucu, doğru, ancak aynı zamanda o sürece bir katkı. (2) Roman, ulusunun özgün sesini ne kadar çok yakalamışsa o kadar çok evrenseldir; ne kadar çok evrenselse ulusunun özgün sesini o kadar çok yakalamıştır. Evrensel olmak, ulusal değer ve konulardan soyunmak değil, aksine o değer ve konuları “genel insansal olan”la buluşturabilmektir. (3) Romanda ulusal özgünlük halka bağlılıktan ayrılamaz; evrensellik, ulusal özgünlükten ayrılamaz.

Bugün ulusal edebiyata reddiye küresel bir programın tezahürü.

Adam Kirsch’ın “Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak” kitabında gönderme yaptığı n+1 isimli dergide yayımlanan bir makale, kanaatimce, bu olguyu oldukça berrak saptıyor:

“(…) dünya edebiyatının mevcut gelişmesini, doğrudan bütün iyi insanların karşı çıkması gerektiğini düşündükleri bir ekonomik sistem olan ‘küresel kapitalizm’e bağlamaktadır. Prestijli ödülleri alıp üniversite kürsülerini işgal eden, bu sistemde palazlanan yazarlar bu haksız düzenden çıkar sağlayanlardır: ‘Dünya edebiyatı aksi hâlde onu en çok görmezden gelen küresel elitin, arada bir kendi kendine verdiği icazetin içi boş bir kabı hâline gelmiştir.’ Dünya edebiyatı, dünyanın şöhretli ve zengin simalarının, ‘badirelerinden kendilerini sıyırmış göründükleri, insanlığın dehşetli sorunlarını’ tartışmak için bir araya geldiği Davos Zirvesi’ne benzetilmiştir.”

Goethe, ulusal edebiyat anlamını yitirdi derken bunu kastetmemiş olmalı. Ulusal edebiyatı reddeden bir küresel edebiyat, konuları büyük ölçüde saptanmış bir “piyasa dinamiği”ni ifade ediyor. Romanın diğer unsurları açısından elbette bir özgürlük alanı tanınıyor. Ancak konu dışına çıkmak, küresel edebiyattan aforoz edilmek demektir.

“Dünya edebiyatında bir yer edinme, ona göre, edebi teknikler bakımından avangardın gerisinde kalmış çoğu ulusal edebiyatın taşralı zaman boylamından kurtulmak ve geleneksel olarak Paris’in içinden geçen ‘edebiyatın Greenwich meridyenine’ katılmak anlamına gelmektedir. ‘Edebi hayatın sürekli olarak yeniden tanımlanan şimdiki zamanı, yazarların şayet meşruiyet elde etmek istiyorlarsa, eserlerini ona göre ayarlamaları gereken evrensel bir sanatsal saattir.’ diye yazar Casanova”

Bu alıntıdaki “kurtulmak” ve “katılmak” kelimelerinin anlam yoğunluğu es geçilmemeli. Alıntının önemi buradadır. “Katılmak” için önce “kurtulmak” gerekmektedir. Ulusal değer ve yargılardan kurtulduğunuz kadar ve kurtulduğunuz oranda küresel edebiyata katılabilirsiniz. Dolayısıyla Kirsch’in bu tür romanların küreselleşmenin pasif ürünleri ya da kurbanları olmadığının altını çizmesi çok önemlidir. “Aksine, onlar dünya sisteminin bir parçası olarak konumlarının tamamen farkındadır. Küresellik bu yazarların alnına kazınmış bir kader değil, tersine irdelemeyi görev edindikleri ve fırsat bildikleri bir temadır.”

Benim dünya edebiyatı ile küresel edebiyat arasında bir ayrım yaptığım sanırım anlaşılmıştır. Bu yazı da, bu ayrımın derinleştirilmesine bir katkıdan başka bir şey değildir. Her ne kadar Kirsch, eleştirileri, dünya edebiyatı kümesi içinde bir sıradüzene soksa da, o eleştirilerin kapsadığı alan küresel edebiyattır. Dünya edebiyatı, Marx, Engels ve Goethe’nin saptadığı bir düzlemde ortaya çıktı. İnsanlığın dünyayı sarsan eylemleri, toplumsal altüst oluşlar, yeni kurumların, değerlerin ve yargıların ortaya çıkması, acıların ve umutların ortaklaşması, konuların insanın kendi öz erekleriyle buluşması gibi gelişmeler, edebiyatın dünyalılaşmasının da koşullarını yarattı. Bu dünya edebiyatı, ulusal edebiyatların üzerinde, ulusal olanı evrensel olanla kaynaştırarak yükseldi. Bugün de bu ilke geçerlidir. Ulusallığın reddedildiği noktada dünya edebiyatı diye bir düzleme ulaşmak mümkün değil.

Küresel edebiyata ise “test edilmiş estetik formüller temelinde yazılmış ve olabildiğince geniş okur kitlesine hitap edecek şekilde tasarlanmış ürünlerden oluşan yapay bir ‘dünya kurgusu’ üreten ‘uluslararası ticari kuruşlar’ hükmetmektedir.”

Buradan, “metafizik, gerici ve estetiksel olarak zarar verici” ürünlerden başka bir şey çıkmıyor.

 

Yararlanılan kaynaklar

1-     Marx, Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev. Işık Soner, Kaynak Yayınları, İstanbul: 2013.

2-     Adam Kirsch, Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak, çev. Abdullah Yılmaz, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul: Mart 2019.

3-     Marx, Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara: 2009.

4-     Marx, Engels, Lenin, Sanat ve Edebiyat, çev. Aziz Çalışlar, Ekim Yayınları, Ankara: 1990.

5-    Kojin Karatani, Derinliğin Keşfi Modern Japon Edebiyatının Kökenleri, çev. Devrim Çetin Güven ve İnan Öner, Metis Yayınları, İstanbul: Kasım 2011.

6-    S. S. Prawer, Karl Marx ve Dünya Edebiyatı, çev. Ezgi Kaya – Selin Dingiloğlu, Yordam Kitap, İstanbul: Şubat 2019.

7-    M. Kagan, Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, çev. Aziz Çalışlar, Altın Kitaplar, 1982.