Korona hakkında akılları durduracak boyutta bir enformasyon trafiği ve bundan daha çok enformasyon kirliliği var. Ancak makro düzeyde her şey giderek billurlaşıyor. Bunun en bariz örneği, Türkiye’nin son 20-30 yıllık düşün hayatına egemen olan liberal budalalığın eleştirdiği modernlik, modernleşme, modernizm, modernite kavramlarının bizler tanımlamadan yahut adını koymadan çok daha keskin biçimde ve farklı taleplerle gündemimize oturacağıdır. Dolayısıyla ben bu yazıda “kötü Korona”dan değil “iyi Korona”dan bahsedeceğim.
İlkin şunu belirtmek gerekir ki, ideolojik olarak postmodern bir dünyada Korona, tüm dünyaya modern toplum olarak bilinen olgunun hangi başat temeller üzerine oturduğunu gösterdi: sağlık ve eğitim. Tüketim, eğlence gibi gündelik yaşamda olmazsa olmaz dediğimiz pek çok şey hayatımızdan çekildi. Bu bağlamda tek tek hissettiğimiz kelimenin ilk anlamıyla bir “eksiklik” değil; zaten olmaması gereken bir artı keyif’in ortadan kalkması. Bu ise çok şiddetli oldu. Hayatın normal akışı içerisinde “her şey şu ya da bu şekilde güzel gidiyor” dediğimiz cümledeki “şu ya da bu şekilde” kısmı tam olarak ekonomik sıkışmışlıktan doğan öncelikle bilinç düzeyinde daha sonra ise materyalist bağlamdaki sıkışmışlıkların gündelik tüketimle doldurulmasıydı; işte artı keyif buydu ve ortadan kalkan da bu oldu. Tüm tüketim, temel ihtiyaçlar düzeyine geriledi. Elde kalanlar, sağlık ve eğitim oldu. Modernleşmenin bir ideal olarak sunduğu söylem de bu değil miydi: “Sağlıklı ve hür nesiller yetiştirmek!” İşte Türkiye şu anda, farkında olmadan fakat sezgisel düzeyde, tekrar bunu keşfediyor. Modern hukukun özünü oluşturan yaşam hakkının boyutlarını sorguluyor herkes. Ve bana kalırsa en temel eğitim de burada başlıyor. Patronlarca işe çağrılan, işe gitmek zorunda kalan insanlarda dahi gözle görülür bir sorgulama kendini gösteriyor. Herkes “yaşamsal sınırlara gelince bize zarar vermez, bu kadarını da yapmaz” dediği patronlarının kâr hırsının boyutlarını öğreniyor. Kâr marjı yüksek uluslararası firmalarda çalışanlar dahi, o firmalar için samanlıkta iğne olan maaşlarının karşılıksız bir ay dahi ödenemediğini görüyor. Ve tüm bunlar virüs dolayısıyla izolasyon halindeki bir toplumda oluyor. Herkesin tek tek öğrendiği ancak tüm bu tekilliklerin bir başka weltanschauung’a aktığı bir gerçeklik bu. “Sağlık her şeyden önemli” sözünü tüm materyalist ve evrensel değerler bağlamında, bu kez daha ciddi olarak içselleştiriyor. Sermayedarların insan sağlığını umursamadığını… Bunun nereye gideceğini ise hep birlikte göreceğiz.
Koronanın ikinci boyutunu ise iletişimsel bağlam oluşturuyor. Yolda yürürken herkesin birbirine virüsmüş gibi bakması bunun en bariz göstergesi. Bu da haliyle kendini bir başkasından sakınmayı doğuruyor ki, ilerleyen zamanlarda bu daha da şiddetlenecek. Pek çok kişi bunu olumsuz bulsa da ben çok daha etik bir bağlama oturduğu kanaatindeyim. Bilhassa bizim toplumumuzda ahlak kavramıyla çok fazla karıştırılan etik, esasında bir başkası adına kendine yönelerek, hatta kendini hiçe sayarak tutum, davranış ve eylemlerde bulunmayı niteliyor. Kant’ın etik çerçevesini oluşturan guter wille’yi düşünelim. “İyiyi isteme” olarak çevrilen kavram, Kant’a göre mutluluğu bir koşul saymaz. Yani verilen bir karar sizi mutsuz edebilir. Dahası Kant, bir anlamda mutluluk ile etik arasında bir zıtlığa da işaret eder ve etiği aklın da üzerine yerleştirir. Şöyle ki, insan aklı -Marks’ın farklı şekillerde defalarca dile getirdiği gibi- ancak verili koşullar içerisinde bilişsel olarak mutluluğu tanımlar ve ister. Dolayısıyla Kantçı etik denilen şey aklı dışlamasa da, etiği aklın üzerine yerleştirir. Bu da bir anlamda tümden size öğretilmiş bir yaşamın reddidir. Korona dolayısıyla ortaya çıkan ise bu tip bir reddiye değil; reddiyeye dayatandır. İzolasyona mahkûmiyetle öğrenilen bir hiçlik. “Altı ay sonra terfi alacağım daha çok çalışmalıyım” düşüncesinin aniden kesintiye uğraması. Yahut aylardır biriktirilen paralarla yazın gidilecek harika bir tatil planından ev hapsi gerçeğine ani bir geçiş. İşte tüm bunlar, siyasal ve ideolojik olarak dayatılan dışa yönelimli özne (external subject) halimizin bir son bulmasıdır. Kaldı ki bu dışa yönelimli özne halimiz kültürel olarak toplumumuzda zaten tarihsel olarak bulunan bir gerçeklikti. En basit haliyle toplumumuz, kendi imgesini bir başka toplumsal imgede tanımakla, kendini tanımaktan daha çok meşgul olmuş bir toplumdur. Daima başkası üzerine düşünmeye, başkası üzerinden kendini düşünmeye kafa yormuştur. Bu bireylerarası iletişimsel açıdan da böyledir. Mahallede ne olup bittiğini takip eden muhafazakâr göz ile bir başkasının bakışındaki imajını düşünerek tüketim çılgınlığına giren küçük burjuva göz, aynı gözdür. İkisi de bir başkasında kendini tanımlar, bir başkasına göre varlığını niteler ve böylelikle kendini “normal”e iliştirir. İşte tüm bunlar bizim dışa yönelimli toplum yapımızdan doğan iletişimsel ve etik sıkıntıların kaynağı. Koronanın neden olduğu şey bunu alaşağı etmesidir. Tüm iletişim mesafelerle tanımlanıyor. Başta gündelik yaşam ve iş yaşamı olmak üzere, tüm kamusal hırslar askıya alınıyor. Herkes izole ve evinde. Temel ihtiyaçlar dışında pek çıkılmıyor. Korona herkesi içsel özne (internal subject) olmaya itiyor. Bunu kişiler seçmiyor ama başka da bir yol yok şu an için. Süreç uzadıkça herkes kamusal olarak alımladığı personasıyla bir hesaba girişiyor. Zaten pek de alışık olmadığı kapitalist şizofreni özneyi terk ediyor. Toplumsal yaşamdaki tüm gayeler ve maksatlar erteleniyor. Kültürümüzün en temel iletişimsel dinamiği olan, söylenilen şey ile kastedilen şey arasındaki işgüzar uçurumlarla iş görme askıya alınıyor. Artık samimiyetimiz ortadan kalkıyor. Sosyal medyadaki tüm o bunalmaya dönük paylaşımların nedeni de bu. Yalnız kalamamaktan güya dert yananlar, yalnız kalıyor. Yalnızlık bohem bir edebi fetişle ilişikli imaj sorunu olmaktan çıkıp, ete kemiğe bürünüyor. Her fırsatta “huzuru”, maddi koşulları elverdiği ölçüde dışarıda arayan 2000 sonrası apolitik yeni orta sınıfımız, aşikâr olanı keşfediyor: Kendinle konuşmak. O orta sınıf ki, kapitalizmin kültürünün temelini oluşturan ve neoliberal küresel politikalarla artık tehdit olarak algılanageldiği için ortadan kaldırılmaya çalışılan ve bunun en azından “orta sınıf kültürü” diye bilinen anlamıyla öldürüldüğü de bir sınıf. Fakat tekrar belirtmek gerekiyor ki, önceleri guter wille bir devrimsel seçimken şimdi Korona dolayısıyla bir mecburiyete dönüşmüş durumda. Aynı şekilde içsel özne de.
Üçüncü ve son olarak postmodernizmin düştüğü durumu irdelemek gerekiyor. Minör siyaset etrafında öbeklenen ve ucu bucağı belli olmayan bir “kültür” tanımlamasında kendini kuran postmodern siyaset ve ideolojinin tüm gereksinimleri yok oldu. Son 1-2 aydır, postmodern kültür sayesinde üretilen kimlik temelli ve tüm bütünsel örgütlenme yapılarını pratikte olumsuzlayan siyaset yok. Neden? Çünkü evrensel değildi; çünkü hayati değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Sağlığı ile işe gitme zorunluluğu arasında kalan bir kişinin kimliği daima önemsizdir. Farklı bir deyişle, minör bir siyaset şu anki koşullar altında neyi kurtarabilir? Neye çare üretebilir? O nedenle ben Koronayı dünyaya yaklaşmakta olan bir göktaşına benzetiyorum. Ya da istilaya gelen uzaylılara. Çaresizliği yaratan ise, ani bir şokla kendini önemli sayılan şizofrenilerin dışında bulmak. Bu şoka neden olan, pozitivizmin “kültürelci sol” eksenli tartışmalarla dışlanmasıdır. Oysaki I. Dünya Savaşı öncesinde Husserl bilim ile felsefe ya da daha genel olarak sosyal bilim arasındaki ilişkiyi incelikleriyle tanımlamıştır. Husserl’a göre felsefe pozitivizmin önlenemez ilerleyişi karşısında, onun sonuçlarına maruz kalan ve onu yorumlayan bir konumda kalıyordu. Bu Marksist açıdan çok tartışmalı bir konu fakat Türkiye’de muhafazakâr siyasetle iç içe geçen liberal düşüncenin pozitivizmi açıkça dışladığı da ortada. Hatta geçen zaman içerisinde buna katılan sözde Marksistleri dahi gördük. Hem dünyada hem de Türkiye’de şimdi farkına varılan ise, vaka sayılarının büyümesi karşısında hastanelerin yetersiz kalacağı konusu. Buna bir aşı bulunup bulunamayacağı kaygısı. Bu bağlamda gerekli yatırımların yapılıp yapılmadığı sorgulamaları. Bu yüzden İspanyol bir doktorun sözleri, neoliberalizmin yarattığı postmodern halüsinasyona bir tokat niteliği taşıyor: “Bir futbolcuya ayda 1 milyon avro maaş veriyorsunuz. Bir araştırmacı hekime ise 1.300 avro... Koronavirüse karşı ilaç bulması için Ronaldo'ya gidin.” Dolayısıyla tekrar ve tekrar sormak gerekiyor: Postmodern minör siyaset tüm insanlığı ilgilendiren meseleler karşısında ne önerebilir? Hiçbir şey! Çünkü şu anda bulunacak bir aşı, tüm kültürel sorunlarımızın hepsinden çok daha önemlidir ve çok daha derinindedir.