Televizyon Dizilerindeki Yüksek Sosyete Takdimi Çöküş Alameti mi?

Kuntay Gücüm
TEORİ Genel Yayın Yönetmeni

“Kadını albenili kılan tek şey paraydı. Erkekler metreslerini arzularının esintisine göre seçiyorlardı, bu yüzden fahişelerin çekici, güzel endamlı, sıcakkanlı, zarif tavırlı olmaları zorunluydu; oysa nikâhlı eşin ne herhangi bir bedensel sakatlığı göz zevkini bozuyor ne de herhangi bir kötü huyu mideyi bulandırıyordu. Paraydı esas olan. Kadının getirdiği ağırlığın yamuğu ya da kötücülüğü olmazdı; kadının kendisi nasıl olursa olsun parası her zaman sevimliydi.” (Daniel Defoe, Moll Flanders)

Kızılcık Şerbeti senaristi Merve Göntem’in fahişeliği bir tür eğlence olarak görmesi ve bir düşme olmadığını savunması, kimi televizyon dizilerinin yarattığı popüler kültürün özünü göstermesi açısından “kaynak” niteliğindedir ve kesinlikle önemsiz değildir.

Nasıl popüler kültürü biçimlendiren diziler sadece “izleyici tercihi”ne indirgenemeyecekse, fahişelik de bireysel tercih değil toplumsal bir olgudur. Her iki bireyselliğe indirgeme de egemen sınıfların tahakkümüne karşı toplumun (aynı zamanda fahişeliğe maruz kalan kadının) savunmasız bırakılması anlamına geliyor.

Batı sosyolojisinin tezidir: burjuvazi çileciliği (asketizm) manastırdan alarak ticaret hayatına taşımış, bunu kendi karakterinin özüne dönüştürmüştü. Protestanlık ve Prütenlik bir yönüyle de, kadınlarla ilgili bütün sorunlu tezlerine rağmen, aristokrasinin sapkınlığına karşı yeni orta sınıfın ahlakçı seçeneğini temsil ediyordu.

Asketizm tezinin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum, fakat "belle-epoque"  da görünür olan asketizm değil sefahattir. Ellerindeki hisse senetleri ve tahvillerle emperyalizmi inşa eden sınıf, 19. yüzyılda kendisi için belle-epoque yaşamını yarattı.

Belle-epoque’un ürettiği en ilginç kavramlardan biri hiç şüphesiz demimondaine idi. Türkçeye kibar fahişe olarak çevrilebilir. En meşhur demimondaine Marie Duplesis’dir (Alphonsine Plesis). III. Napoleon’un bakanlarından Agenor de Guiche’ın, Alexandre Dumas’ın (fils), Franz Liszt’in sevgilisi; salonundaki partilerde Afred Mussed’den politikacılara kadar çeşitli üst düzey insanları ağırlıyordu. Hisse senedi ve tahvil sahiplerinin yükselişine Marie Duplesis eşlik etmiştir. Dumas onu edebiyat kahramanına dönüştürdü.

19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batı edebiyatı demimondaine karakterlerle doludur; bence bu karakterin en çarpıcı örneklerinden biri Proust’un Odette’idir. Zola Nana’yı, Dumas Marguerite Gautier’i, Balzac Ester’i yarattı. Fahişeler daha önce de sistemin tepesine tırmanabiliyordu. Pagan dönemde tapınakla iç içe geçmesi ya da Prokopios’ın Gizli Tarih’te anlattığı şekliyle (eğer doğru ise) I. Justinianus’ın eşi Bizans Kraliçesi Teodora fahişelerin en üst basamaklara tırmanabildiğini gösteren örneklerdir. Fakat 19. yüzyıl fahişeliği popüler kültürün parçasına dönüştürmüştür. O kültürle Doğu’nun oryantalist takdimi arasında birbirini besleyen bağ vardı.

Sefahat, aynı çileciğin mükâfatı olan birikim gibi Batının dünyanın geri kalanıyla kurduğu ilişkiye dayanıyordu. Hatta Batı medeniyetinin sonuçları Batı dışı dünyada en “asketik” şekilde yaşanmıştır diyebiliriz. Batının en güçlü olduğu dönemde, Dünyada Batının saldırganlığına maruz kalmayan hiç bir yer yoktu.

Batı sadece maceracı kâşifleri, misyonerleri, tüccarlarıyla dünyayı fethetmedi, oryantalizmle bir Doğu kurguladı. Oryantalizmin gözünde Batı eril, Doğu ise dişidir.

Marx mali sermaye için lümpen proletaryanın sosyetenin doruklarında yeniden doğuşudur demişti. Lümpendir, çünkü faiz getiren sermaye üretimi yağlamayarak yaşar. O sınıfın egemenliğindeki sistemin anlatısını üretim süreçlerinde tutunamayanların üzerine kurması, sınıfın lümpen karakterinin yankılanması gibidir.

Yine de 19 ve 20. yüzyıl boyunca bütün yıpranmasına rağmen burjuva ahlakı emperyalist merkezlerde korunması gereken değer olarak görülebildi. 21. yüzyılın ilk çeyreği ise burjuva ahlakına bağlılığın önemli ölçülerde aşındığı dönemdir. İleride tarihçiler belki de 2008 krizini bu açıdan da dönüm noktası olarak kabul edebilirler. Nasıl ki 19. yüzyılın Fransız Devrimiyle başlayıp Birinci Dünya Savaşı ile bittiğini varsayıyorsak, 20. yüzyıl içinde bir bitiş noktası belirlemeliyiz. Bence o nokta 2008 krizi olabilir. Kriz hem küresel güç dengelerinde geri dönülemez şekildeki bir değişim ortaya çıkartmıştı hem de hegemonyacı sınıfın ayakta kalabilmek için burjuva ahlakına söylem düzeyinde bile olsa bağlı kalmaması gerektiğini gösterdi. Kriz sonrasında burjuva ahlakının son kırıntıları da artık o sınıf için kullanışlı değildir. Tartışmalı dizileri anlamaya çalışken, emperyalist merkezlerdeki olgunun Türkiye gibi o merkezin çevresindeki ülkelerde yarattığı sonuçları göz önünde tutmamız gerekiyor. Hatta televizyon dizilerinin içeriklerindeki dönüşümde bile (Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar gibi dizilerden Yasak Elma, Kızılcık Şerbeti gibi dizilere gelen süreç) açıklayıcı olabilir.

Amerikan hâkim sınıflarının Epstein’ın partilerinde sosyalleşmesi ile Kızılcık Şerbeti’nin senaristi Merve Göntem’in genç kız eskortluğunu yüceltmesi arasında bir ilişki olmalı. Bu makalede şunu iddia ediyorum: Cümlelerin bağlamından kopartıldığı söyleniyor; gerçekte bağlam, bu ilişkidir.

Toplumumuzun kendisinden kaynaklanan çelişki ve sapmaları olmadığını söyleyemeyiz ve bu sapma ve çelişkiler de ekranlara çekici malzemeler sunabilir. Fakat tartışılan dizilerde karşımıza çıkanı anlayabilmek için Batıdan öğrenilenin ne olduğu ortaya çıkartılmalı. Oradan ithal ettiğimiz davranış biçimi ve ilişkileri dizi olarak kendi doğumuza ihraç ediyoruz. Birden fazla neden, örneğin İstanbul’un alıcı ülkelerdeki cazibesi Türkiye’yi sektörün lider ihracatçılardan yapmış olabilir. Fakat hiçbir neden, ihraç ürünü dizilerin bir bölümünün taşıyıcı rolü üstlendiği gerçeğini değiştirmez. Popüler kültürün bu biçimi için Türkiye istasyon görevi görmektedir.

Bazen iktidar ve ekonomik kudret şehveti serbest bırakır. Selahattin Enis, Zaniyeler romanında Birinci Dünya Savaşı zenginlerinin seçkinlerin şehvet dolu yaşamlarını anlattı. Okuyucu, romanın Batılılardan öğrenilmiş bir yaşamı anlatmaya çalıştığını kolaylıkla fark edecektir. Bu anlatı hala taaruzkâr bulunur. Yazar farkında olmasa da, roman yeni gelişen Türk burjuva sınıfına yönelik ilk halkçı ve ahlakçı eleştirilerden biriydi. Roman yayınlandığında Milli Mücadele devam ediyordu; eleştiriyi Milli Mücadeleden ayrı düşünemeyiz.

Burjuvazi doğuşunda Manastır yaşamını taklit etmiş olsun ya da olmasın, Türk dizilerindeki kozmopolit/Batı menşeli burjuva yaşamı artık çilecilikten tamamen kurtarılmış, şehvet, suç ve bencillik her türlü toplumsal kurallardan özgürleştirilmiştir! Bu bir takdimdir; toplumun tepesindeki sınıfın parçası olmak ile çarpık ilişkiler yaşamak arasında bağ kuran bir takdim.

Fahişelik tarihçisi araştırmacısı, bir dönem striptizci olarak çalışan Nickie Roberts’in “Aristokrasinin Zaferi” arabaşlıklı bölümde anlattıkları ile dizilerde sunulan yaşam biçimi arasında önemli benzerlikler bulunabilir. Roberts fahişeliği cinsel özgürlükle özdeşleştirir ve fahişeliğin normalleştirilmesinde Merve Göntem ile ortaklaşır.

Yüksek sosyetenin kendisini dizilerdeki şekilde takdiminden rahatsızlık duymaması bana ilginç geliyor. Zaviyeler yeni zengin seçkinlere karşı saldırgan olarak nitelendirilirken neden bu diziler sanki yüksek burjuvaziyi çekim merkezi olarak sunduğu düşünülür?

Toplumumuzun da elinde bardakla, duvarların arkasından gelen sesleri duymak için gösterdiği arzu bu anlatının geniş pazarını yaratıyor. Daniel Defoe sanki aristokrasinin zafer (!) çağındaki bir kadının hikâyesini anlattığı Moll Flanders romanını, alt sınıflara günümüz televizyon dizilerinde yükselme olanağı olarak sunulan ilişkilerin cazibesine kapılanlara ders olsun diye yazmış. Makalenin girişindeki alıntı, o dönemde metresle evdeki eşin birbirinden nasıl ayrıldığını anlatır. Benzer ayrımlar Türk dizilerinde de görülebiliyor. Kızılcık Şerbeti’nin muhafazakâr baba karakterinin yaşadıkları ile Defoe’nin anlatısı arasında farklı şekilde de olsa benzerlikler bulunabilir.

Tabii herkes Defoe’nin kahramanı kadar şanslı değildir (eğer suç örgütü liderliği bir şans ise). Nickie Roberts kitabında o yüzyılın gözde salon kadınlarından Jeanne Becu’nün (Kontes du Barry) hikâyesinden de kısaca bahseder. Yokluktan gelip sosyetenin doruklarına hatta Krallık Sarayına kadar tırmanmayı başaran fahişe Jeanne’nın 1793’te, devrimin giyotinin altındaki son sözleri tarihe geçmiştir: “Bir dakikacık daha bay cellat, bir saniye daha...”

Demimondaine karakteri 19. yüzyılın ikinci yarsında sosyetenin doruklarında yükselirken Avrupa’da egemen sistemin topluma önerdiği yaşam biçimi ahlakçı çizgide kalmaya devam etmişti. Victoria Çağı İngilteresinde burjuva ailesi itinayla yüceltiliyor, fahişelik yoksullardan/işçi sınıfından topluma yayılan bir hastalık olarak görülüyordu. Çarpık ilişkilerin ne kadar yaygın olduğu kadar egemen sınıfların kendi takdiminin ne kadar parçasına dönüşebildiği de önemlidir.

Acaba Roma İmparatorlarının sapkınlarını, köle erkeklerle tantanalı evlilik törenleri yaparak, saraylarında genelev açarak, seks partilerinde herkesin gözü önünde cinsel ilişkiye girerek ve fahişelerle sokakta uluorta zengin sofralar kurarak gözler önüne serdikleri gibi, bugünün kozmopolit burjuvazi de kendisini dizilerle mi teşhir ediyor? Nasıl oluyor da sistem, o sınıfı bu şekilde sunmayı onun bir egemenlik aracına dönüştürebiliyor?

Batıdan öğrenilen o yaşam biçiminin eleştiri değil övgüyle, yüceltmeyle ve cezbedici şekilde sunulması, takdimin hangi sınıfın ideolojisiyle yapıldığını gösterir. Duvarların arkasında kalanlara neyin vadedildiğini ise olabilecek en açık şekilde Merve Göntem açıklamış zaten.

İdeolojiler
Etiketler
kızılcık şerbeti; dizi; film; türk dizileri; türk sineması; merve göntem;