Doktrinsiz kalmamızı kim istiyor?

Komünizm Fikri toplantılarının ikincisinde Susan Buck-Morss, Commonist Ethics isimli bir sunum yaptı. Communist sözcüğü yerine bir harf oyunu ile Commonist (çoğulcu) sözcüğünün tercih edildiği sunum, yazılı metin halinde 2013’te Verso tarafından da basıldı.

Bu metnin iki özelliği var. İlkin, ele alınması oldukça zor bir parçadır; çünkü yazar doğrudan bağıntılı olmayan iki kategori arasında hızlı bir geçiş yaparak siyasi bir sonuca varmaktadır. Buna aşağıda döneceğim. İkinci olarak, modeli Arap Baharı olan “çoğulcu, yatay ve özgürlükçü” bir ayaklanma pratiğini, çağımız solunun değişmez pratiği olarak saptayan bir zorlamayla, diğer siyaset yapma yöntemlerini dışlamaktadır. Belki bu metin üzerinde dikkatle durmaya gerek olmayabilirdi, bir toplantıdaki birçok sunum içinde önemsiz bir tanesi diye geçiştirilebilirdi. Ama çağımıza özgü bir patolojiyi derli toplu ifşa etmesi bakımından yine de ele almakta fayda var, çünkü yakından incelendiğinde, soldaki birçok çıkmaz da esasında benzer tarzdaki akıl yürütmeler kullanılarak oluşturulmaktadır.

***

Buck-Morss, hemen ilk adımda, esas hatayı Heidegger’in yaptığını ve siyasi sonuçlara varmadan önce ontolojik araştırma yapmanın siyasi pratikleri körelteceğini, donuklaştıracağını ve yanlış sonuçlara vardıracağını iddia eder. Yazarın neden Alman faşizmine desteği yüzünden adı çıkmış Heidegger’i örnek olarak seçtiği ve okurun önüne bir canavar gibi bırakıverdiği belirsizdir. Çünkü birçok komünist düşünür de, ki bunların içinde faşizmi yaşamış olanlar var, ontolojik araştırmayı öncelikli meselesi yapmıştır. Şöyle bir ihtimal düşünülebilir: Yazar bizden, ontolojiyi siyasetin önüne koymanın faşizm olduğuna inanmamızı bekliyor. Örneğin insan doğal varoluşu üzerine temel düşüncelerim, sosyalist sonuçlara varacak olsam da aslında faşizm ile damgalanmıştır. Bunun abartılı bir zorlama olacağı açık olduğu için, yazar daha yumuşak bir geçiş yapıyor: elbette faşizm değil, ama benzer bir hata, aynı kategorik hata…

Buck-Morss, adeta “ben size faşist demiyorum yine de faşistlerle benzer bir hatayı yapıyorsunuz” diyerek okurlarını tedirgin eder. Buna inanacak olan okurun da elbette, yazarın varacağı siyasi sonuçları faşist olmamak ya da faşistlere benzememek adına olduğu gibi kabul etmesi beklenir.[1] Eğer inanırsa... Peki, okuru daha ilk paragraflarda esir alan bu üslup bizi nereye götürecektir?

Yazar bu soruya yanıt vermeden önce bir engeli daha kaldırma ihtiyacı hisseder. İddiası şudur ki, aslında Marx da ontolojiyi tamamen yok etmiştir. Marx’ın vardığı siyasi sonuçların ontoloji ile hiçbir ilgisi yoktur. Bir başka deyişle, Marx’ın da gerçekte kendisi gibi düşündüğünü öne sürerek, sunumun ilerisinde dile getirip savunacağı siyasi pratiklere onu da şahit olarak yazmaktadır. Buck-Morss, bu iddiasına kanıt bulabilmek adına 1844 El Yazmaları ve sonrasındaki ontolojik araştırmanın (insanın tür yaşamı, yabancılaşma vs.), 1848 Komünist Manifesto’daki proletarya diktatörlüğü siyaseti ile ilgisi olmadığını, ilkinden ikincisinin çıkarılamayacağını, ikisinin apayrı düşünce tarzları olduğunu belirtir.[2]

Tüm bunlardan sonra gelmek istediği nokta da şudur: Madem proletarya diktatörlüğü için ontolojik bir zemin yok, o halde her şartta bunu savunmak gerekmez; her şartta proletarya diktatörlüğünü savunmak, Heidegger’le benzer bir hatanın ürünüdür; kişi ne kadar solcu olsa da, eğer bugün hâlâ sosyalizmi savunuyorsa, sağcıların en kötüleriyle hemen hemen aynı hataların içindedir…

***

Şimdiye kadarki iddiaları ve bunlardaki sorunları kısaca gözden geçirelim:

1.      İddia 1: Sosyalizm felsefeden doğrudan çıkarılabilecek siyasi bir sonuç olmadığı için, bugünkü Marksizm her şartta bunu savunmak zorunda değildir.

2.      İddia 2: Eğer bugünün Marksistleri bir kural olarak sosyalizmi savunuyorsa, bu tutumun faşizmden pek de bir farkı yoktur.

3.      İddia 3: Marx da kitaplarında zaten ontolojiyi askıya almıştı.

Birinci iddiaya dair sorun hakkında: Elbette, ontoloji doğrudan aktüel siyaset değildir, ontolojik hiçbir araştırma, güncel siyasi sorunların içinde ilerlemez. Ama bu durum, siyasi tezlerin yine de ontolojide dayanak bulmasında engel değildir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, ontolojinin siyasetle ilgisinin olmaması, siyasetin ontolojiyle ilgisi olmadığı anlamına gelmez. Örneğin Marx öncesi sosyalist düşünceler, on sekizinci yüzyıl romantik fikirleriyle karışık bir halde ifade edilirken, Marx’tan sonra artık başka bir kavram örüntüsü içinde ifade edilecek ve değişime uğrayacaktır (üretimin tarihsel üretim ilişkileri ve sınıflı toplumlar tarafından yeniden organize edilmesi; insanın ürettiği ürünlere başkalarınca el konması, üretim tarzının yabancılaşmaya sebebiyet vermesi, yabancılaşmanın aşılması ve üreticilerin kendi ürünlerinin sahibi olması için sınıfsız toplumun kurulması vs.)    

Bu sebeple, ontoloji belirli bir siyasi pratiği dayatmaz, ama ideoloji olarak sosyalizm ontolojik bir zemine yaslanabilir. Ontoloji ve siyaset böylelikle bir blok oluşturmuş olur. Üstelik sosyalizm hep aynı ontolojik zemine dayanmak zorunda değildir. Örneğin Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde, Marx’ın sisteminde kurucu unsur olarak üretim kategorisinin yer alıyor oluşuna, ve eksikliğin, ihtiyaçların, üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğuna dair onun çıkarımına itiraz eder; kendi diyalektik sisteminde ise kurucu unsuru kıtlık ve eksiklik olarak belirler. Ontoloji değişmiştir, ama sosyalizmden vazgeçilmiş değildir, aksine bu yeni blokun içinden bir kez daha ifade edilecektir. Dahası, aynı ontolojik araştırmayla farklı siyasi önermelerin de blok kurabilmesi vakidir. Örneğin, her ne kadar katılmasak da, Marx’ın tarihsel ontolojisi ile bağını koruyan çeşitli anarşizan post-Marksizmler (komünalist otonomi). Buck-Morss’un hatası, ontolojiden doğrudan siyasi sonuçlar çıkmayacağına dair gerçeklikten hareketle, ontolojinin üzerine çarpı artması ve siyasi-ontolojik blok yerine, yüzergezer bir siyasi düşüncenin yeterli olduğuna yönelik inancıdır.      

İkinci iddiaya dair sorun hakkında: Burada söz konusu olan, proletarya diktatörlüğü ile faşizm arasındaki gerçek fark, yani onların farklı sınıfların diktatörlükleri olduklarına dair anlaşılması oldukça kolay konu değil. Bunu zaten tartışmaya gerek yoktur. Daha çok, hem ilki hem de ikincisinin bugün hâlâ savunulmasının ontolojik takıntından ileri geldiği iddiasıdır. Gerçekten de sosyalist düşünceler Marx öncesinde (Fransız devriminde) ve ırkçılık Heidegger öncesinde (şarkiyatçı gelenekte) zaten mevcuttu, o halde sosyalizmi doğuranın Marx’ın 1844 El Yazmaları olduğunu ve ırkçılığı doğuranın Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı olduğunu iddia etmek mümkün değil (gerçekten de Varlık ve Zaman’da hiçbir siyasi önerme ya da ima bulunmamaktadır).[3] Ama yazar, ontolojik bir köken olmadığına göre bugün sosyalist olmaktan niye vazgeçmemiz gerektiği ve vazgeçmez isek niye faşistlere benzeyeceğimiz hakkında bir kanıt sunmaz. Dahası, sosyalizm ile faşizmi aynı kümeye atmak için, birbirinden bağımsız belirli bir sayıdaki düşünürün felsefi çalışmalarına işaret etmek hiç de tatmin edici bir gerekçe değildir (çünkü birçok sosyalist zaten pratik hayatında bu türden sorunlara hiç mi hiç kafa yormaz).  

Üçüncü iddiaya dair sorun hakkında: Her ne kadar siyaset ontolojiden doğrudan çıkmıyor olsa da, düşünürlerin bir yere kadar ontolojik sorunlarla ve bir noktadan sonra bundan vazgeçerek siyasi sorunlarla ilgilendiğini iddia etmek pek de mümkün değildir. Aksine düşünür, bloktaki eksikleri gidermek, parçaları gözden geçirmek ve düzenlemek için defalarca ontolojiye dönüş yapar. Bunun amacı, dışarıdan bakıldığında her ne kadar bir neden-sonuç bağlantısı kurma motivasyonu gibi görünse de, esasında onun yaptığı şey, farklı soykütüklerine sahip parçaların beraberce yeniden-düzenlenmesini, beraber çalışmasını mümkün kılan işlevsel bir doktrini ortaya koymaktır. Bu bakımdan, Marksizmin üç kaynaktan oluştuğuna dair sav (Fransız sosyalizmi, İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi) hâlâ geçerliliğini yitirmemiştir.

Örneğin Marx, 1844 Elyazmaları’nda insan ile hayvan arasında kurduğu farkı, 1859 Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da düzelterek, iki üretim arasındaki fark olarak bir kez daha yazar. Buna göre üretim, doğal halindeyken ihtiyaçları da üretir; insanın ihtiyaçlarını üreten kuvvet insanın yeniden-üretimidir. Oysa tarihsel üretim ilişkileri, eksikliği üretir ve üretimi eksiklikler etrafında organize eder; bu sefer üretime sebep olan kuvvet ihtiyaçlarmış gibi görünür. Bu bakımdan yabancılaşma kavramı, ikincisi ile ilki arasındaki fark olarak da okunabilir.

Dolayısıyla yazarın, Marx’ın 1847’den sonra bir daha ontolojiye dönmediği iddiası, zayıf ve temelsizdir.

***

Susan Buck-Morss’un bu üç iddiasından çıkan temel sonuç, olsa olsa doktrinler çağının öldüğü ve bunun yerini yüzergezer siyasi pratiklerin alması gerektiğidir. Doğrudan böyle ifade etmiyor olsa da, sunumun devamında savundukları başka bir seçeneğe ihtimal bırakmıyor. Çünkü sosyalizm, kapitalizm, hatta emperyalizm gibi kavramların aslında soyut ve dünya gerçekliğinin / olaylarının dışında olduğunu, dünyaya değil salt mantıksal çıkarımlara dayandığını da iddia eder.

Devamında, yazarın dikkat ettiği tek şey şudur (bunu açıkça ifade ediyor): Bir yerde ne oluyor? Yeni olan ne? Ve ne yapmalı? Yani ideoloji ve doktrinin yokluğunda, yapılması gereken tek şey, bir ayaklanma halinde buna kendi farkımızı dâhil etmek; çoğulcu, özgürlükçü ve yanal olaya, olayın amacının ne olduğuna ve hangi güçlerin kontrolünde olduğuna bakmaksızın katkımızı sunmaktır (Libya’da ulusun paramparça olmasının hiçbir önemi yoktur). Yüzergezer siyaset yapma pratiği, kişiyi, toplumsal olayları doktrinin kıstaslarına vurma zahmetinden kurtarmış, olan bitenleri daimi bir psikolojik olumlama haline mahkûm etmiştir. Ve yazarın iddiasına göre Arap Baharı, tam da bu tarzın günceldeki modelini teşkil etmektedir.[4] 

Ama yakından bakıldığında, bu çıkarım, postmodernitenin dolaşıma soktuğu yapay dikey-yatay ayrımının çok dolaylı bir yöntemle bir kez daha öne sürülmesinden başka bir şey değildir. Buna göre doktrin, dikey siyaseti temsil ederken, yüzergezer siyaset, yatay bir pratiğe tekabül eder. Ve buna göre yazarın doktrinden kurtulma çabası da, ki gördüğümüz gibi doktrine başvurduğumuzda bizi Nazilerin yanına koymak ile tehdit etmekle işe başlamıştır, postmodern çağa uygun bir siyaset yapma tarzının başlangıç kriteri olacaktır. Oysa postmodern çağın daha öncesinde böyle bir dikey-yatay ayrılığı yoktu; ne doktrin baskıcılığı temsil ediyordu, ne de sahadaki yanal ittifaklar (örneğin geçmişteki antiemperyalist ya da antifaşist cepheler), baskıcı dikeylik karşısındaki özgürlükçü ve çoğulcu bağlantılar olarak tanımlanıyordu. Bu ayrım yapıldıktan sonradır ki, doktrin faşizm ile eşanlamlı hale getirilmiş ve pratik de teoriden koparak yanallığın kutsanması haline getirilmiştir. Dolayısıyla yazarın bu yapay ayrıma başvurması, teorik bir özgünlüğün sonucu değildir ama çağa uyarlanmış bir doktrinsiz pratik teorisinin mutat semptomu olarak kabul edilmelidir (bu akıl yürütmenin daha uç formlarının, doktrini eril, yüzergezer siyaseti dişil olarak tanımlayacağını tahmin etmek güç değil).

***

Susan Buck-Morss, sunumunun ilerleyen sayfalarında biraz daha açık konuşmaya başlıyor. İlerledikçe, bize şunu anlatacaktır: bu noktadan sonra dikey olarak kastedilen şey sadece doktrin değil, ama doktrin de diğer bütün dikey sapmalardan sadece bir tanesi… Ve hastalıklı sapmanın en büyüğünü de ona göre aslında ulus fikri temsil etmektedir. Ulustaki bir yandan dikey egemenlik bağlarını ve diğer yandan kurucu yanal yurttaşlık bağlarını dikkate almaktansa, onda salt dikey bir ırkçı komplo sezen yazar, yüzergezer siyaseti, ulusal aidiyetten kurtulma çabasının bir aracı olarak gördüğünü de bu aşamada saklamaz. O halde siyasete şimdi sadece doktrinden değil ama artık ulustan da kurtulma görevi yüklenecektir; ki Arap Baharı’nın emperyalistlerin elindeki gerçek işlevi ile oldukça uyumlu bir düşüncedir bu.

Ve nihayet böylelikle, önce sözüm ona faşizmden, sonra sözde geride kalmış sosyalist doktrinden ve nihayet güya arkaik ulusal bağımsızlık fikrinden kurtarılmış siyaset yapma biçimi, yani küreselleşme ile uyumlu pratik özgürlükçülük söylemi, çağımız solunun özgürlük normu olarak kabul edilir; ve bu aşamaların tümünden geçtikten sonra tumturaklı yeni solculuk, emperyalistlerin en batılıyla (klasik şarkiyatçılarla) Ortadoğu haritaları çizerken yakalanıverir.

***  

Nasıl mı? Susan Buck-Morss, Boğaziçi Üniversitesi Bebek Kampusu Ekim 2013 toplantısında yer aldı (daha doğrusu toplantının onur konuğuydu), üniversitenin davetiye PDF’inde şu ifade yer alıyordu: “yakın dönemdeki gelişmeler, bu coğrafyada iç ve dış sınırları sorgulayan, yeniden düşünen ve kimi zaman anlamsızlaştıran farklı siyasi imgelemlerin de var olduğunu gösteriyor.” 2014’de yayınladığı Democracy: An Unfinished Project isimli makalesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri etnik olarak dışladığını yazdı, 2016’da ise bir grup entelektüelle beraber, devletin Kürt sivillerini toplu olarak katlettiğini ve göçe zorladığını iddia eden bir metne imza attı.

 

[1] Bu akıl yürütme tarzı esasında, Badiou’nun faşizm ile tarihsel sosyalizmlerin aynı şey olmadığı ama ikisinin de nihilizmde birleştiğine dair iddiasının farklı bir söz dizimi ile yinelenmesidir. Badiou, bu iddianın arkasından, komünizmin ulusal boyunduruktan ve sosyalist modelden kurtarılması gerektiğini söyleyerek bir tür yarı-anarşist siyaset önermiştir. Susan Buck-Morss da sunumu boyunca, bazen isim vererek bazense ima ederek Badiou’nun tezlerini birkaç kez yeniden ele alır.  

[2] Burada Althusser’in epistemolojik kopuş tezine benzer bir akıl yürütme var gibi görünse de, Buck-Morss bir bilimin oluşumundan değil ama salt ontolojiden serbestleşmeye dair bir adımdan söz etmektedir.

[3] Varlık ve Zaman’da, Heidegger’in geçmişten tarihsel kahramanlar bulup onların varlık imkânlarını tekerrür etme düşüncesi, olduğu haliyle değil ama ancak çürümüş Avrupa insanını yeniden diriltme görevi gibi Batı-merkezci bir düşünce ile bir arada düşünülürse faşizmin teorisi olabilmektedir. 

[4] Susan Buck-Morss’un Arap Baharı’nın savunmak için neden bu kadar dolambaçlı bir yol seçtiği ayrıca incelenmesi gereken bir konu. Çünkü felsefi düzeyde Badiou ve çevresindeki düşünürler ile yıllardır çatışmalı olan Hardt ve Negri’nin de Arap Baharı’nı savunduğu, devam eden felsefi tartışmaların bu iki grup arasında asla siyasi ayrılıklara sebep olmadığı bilinen bir gerçekliktir. Ama düşünürlerin neden bir yolu değil de diğerini tercih ederek yine de aynı siyasi olayları olumladığı, üzerinde bugüne kadar henüz yeterince düşünülmemiş bir konu.