Marksizmde toplumsal dönüşüm

Toplumsal dönüşümler olmasını isteriz, ama bunun gerçek insanlar tarafından nasıl yapılacağı basit bir konu değildir ve devrimcilerin zihninde dahi çoğu zaman karmaşalara sebep olur. Bilindik bir alıntıyla başlayalım; Marx Feurbach Üzerine Tezler’de eski materyalizm de dâhil olmak üzere bütün felsefenin dünyayı yorumladığını ama asıl sorunun onu değiştirmek olduğunu yazar. Cümle çok açıktır, ilk bakışta hiçbir giz barındırmıyor gibidir. Yorumlamak yerine değiştirmek, yeni materyalizmin odak noktası artık budur.

Ama burada bile birkaç sorun belirir. Örneğin varolan dünya yerine daha iyi bir dünya önermek ve ilkini ikincisinin kıstaslarına vurarak eleştirmek (yorumlamak) materyalist olmak için yeterli midir? Ne de olsa değişim amacıyla bir tasarım ve eleştiri geliştirilmiştir burada. Yanıt hayırdır. Bu tarz ütopya modellerinin en iyi bilinen örneğini geçmişte Thomas More vermiş, bunun yanında mevcut dünya yerine ideal olmasa da daha iyi dünyaları birçok düşünür tasarlamıştır, yine de onları materyalizm tarihine ait yapmaz bu.

Marx’ın aklındaki şeyin de bu olmadığını biliyoruz, çünkü hem bu tür girişimlerin pratikten yalıtılmış düşünce örnekleri olduğunu belirtir, hem de insan düşüncesinin bu dünyaya ait olup olmadığını kanıtlayan şeyin onun pratik boyutu olduğunu söyler. Dolayısıyla, daha iyi ve farklı dünya tasarımları pratik bir boyut taşımadığına göre, mevcut dünyayı eleştirseler de materyalizmin içinde değildir. Marx şöyle yazacaktır: “insan… düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır.”[1]

O halde materyalist düşünceyi tanımlayan şey sadece onun bu dünyayı değiştirme görevi değildir, ama o aynı zamanda bu dünyaya ait olmalıdır. Pratik olmalıdır. Ait olduğu dünyayı dönüştürmelidir. Görünüşte materyalist hatta komünist olsalar bile başka dünya tasarımları ise, idealizm tarihine aittir.

İkinci bir zorluk da yine buraya, yani düşüncenin gerçek dünya ile ilişkili olması zorunluluğuna bağlanacaktır. Bulunduğu dünyayı değiştiren insan, artık düşünce ya da zekâ ile tanımlanan genel ya da soyut olarak insan değildir. Bir başka deyişle, insanın özünü değişmez entelektüel hakikatler olarak belirleyen ve böylelikle insanı da değişmez bir hakikat olarak belirleyen idealist düşüncenin, dünyayı da değişmez ve soyut olarak kavrayacağı için pratikte bir karşılığı yoktur. Gerçek bir materyalizm ise, mevcut dünyayı dönüştürebilmek için gerçek insanları ele almakla işe başlamalıdır. Bu bağlamda insan, Marx’a göre iki bakımdan gerçektir.

İlkin canlı olarak insan (Homo Natura). Marx insanın bu boyutundan nadir olarak söz etse de kurduğu düşünsel sistemin önemli bir parçasını teşkil edecektir. 1844 El Yazmaları’nda şöyle yazıyor: “Hayvan sadece acil bir fiziksel ihtiyacın baskısı altında üretir, ama insan fiziksel bir ihtiyacı olmadığında da üretir…”[2] İnsan, herhangi bir ihtiyacı olmadan da üretebilme kapasitesine sahiptir, ama dahası, söz konusu insan türünün yeniden-üretimi olduğunda, insanın fiziksel ihtiyaçlarını üreten şey de bu yeniden-üretim etkinliğidir. Dolayısıyla bu ilk boyutta, yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesi şeklinde tanımlayabileceğimiz olumlu biyolojik güç, yaşamsal güç ya da etkin üretim etkinliği, ihtiyaçları da üretmektedir. Bu düzende kurucu öğe olarak henüz bir eksiklik ve dolayısıyla talep de olmadığından, işlerlikte olan bir diyalektikten söz edilemez. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da üretimin aynı zamanda tüketim olduğunu, ihtiyaçları belirleyenin üretim olduğunu belirtirken de, bu sebeple Hegel’in diyalektiğine değil ama yaşamın özünü iştah, arzu ve güç olarak tanımlayan Spinoza’ya[3] döner: “üretim ile tüketimin bu biçimde aynı şey sayılması Spinoza’nın görüşüne varmaktadır; Determinatio est negatio (her belirleme aynı zamanda inkârdır da).”[4]

İnsanı Homo Natura olarak ele aldığımızda, onu diyalektik yasaların belirleniminden muaf bir üretim gücü olarak ele alırız. Ama, diye uyarır Marx, “her üretim, belirli bir toplum biçiminin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla tabiatın birey tarafından mülk edinilmesidir.”[5] Tarihte ne kadar geriye gitsek de insanın üretim etkinliğini asla doğal halinde değil ama her zaman belirli bir üretim tarzı içinde bulacağız. Her zaman üretim ilişkilerini bulacağız. Her zaman üretici ile ürününü ayıran dolaşım sistemlerini ve dolayısıyla üretimin kalbinde her zaman eksikliğin örgütlendiğini, ihtiyacın belirleyeceğini bulacağız. Bir başka deyişle, üretim ilişkileri tarafından belirlenmiş tarihsel insanı, Homo Historia olarak insanı bulacağız. Bir üretim tarzından (örneğin kapitalizmden) ve onunla bağlantılı olarak üretimin ihtiyaç etrafında sürdürülmesinden söz ettiğimizde, şimdi artık diyalektik yasalardan da söz etmemiz gerekir. Çünkü diyalektik, ötekinin (örneğin burjuvazinin) dolayımıyla gelen eksikliğin, kendinin olumsuzlanmasıyla tatmin edilmesine dair bir öğreti ve düşünce yöntemidir.

İnsan Homo Natura olarak ele alındığında, onun özünü olumlu üretici güç olarak belirlemek gerekir; ama Homo Historia olarak ele alındığında o artık “toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”[6] Marx’ta bu iki düzen de mevcuttur, insan hem doğal hem de tarihsel bir varoluştur, ama bu ikisi ne aynı şeydir, ne de aynı düzeydedir. Üretimi doğal halinde görmeyiz, doğa asla tarihsel bir kategori olmamıştır. Biliriz ki Homo Natura vardır, kurucu bir potansiyeldir ama tarihsel olarak herhangi bir yerde, olduğu haliyle gerçekleşmiş değildir. Ne kadar araştırsak, ne kadar gerilere gitsek de her yerde tarihsel üretim ilişkileriyle karşılaşırız. Yine de bu, Marx’ın baş aşağı duran Hegel’i ters çevirmesinin birinci anlamına tekabül eder: her ne kadar biz onu göremesek de, tarihsel üretim tarzlarının ve diyalektik sistemin altında üretimi mümkün kılan Homo Natura vardır. Şöyle de söyleyebiliriz: olumlu üretici güç olarak Homo Natura olmasaydı, toplumsal ilişkilerin bütünü olarak Homo Historia mümkün olmazdı. Yaşam ve doğa aslında dolaysız bir üretim süreci olmasaydı, dolaylı üretim süreçleri olarak tarihsel üretim tarzları vuku bulmazdı. Doğa, tarihe bakıldığında görülemeyen ve soyut bir kategoridir, ama tarih de onsuz mümkün olmaz. Üretim en başta yaşamın kendisidir ki, gerçek insanların sömürüsü ancak onun tarihsel biçimler tarafından ele geçirilmesiyle, temellük edilmesiyle mümkün olmuştur.

Ama bu ilk ters çevrim bize toplumsal dönüşüm hakkında yeterli bir fikir vermez. Çünkü gerçek insanlara ne kadar yakından temas ettiysek de hala analiz ediyor ve insanın özünü tayin etmeye çalışıyoruz. Henüz pratiğin içinde değiliz. Bu sebeple Marx, baş aşağı duran Hegel’in ters çevrilmesinin ikinci bir anlamına başvuracaktır ve buradaki akıl yürütüme tarzı ilkinden çok daha hayranlık uyandırıcıdır. Şöyle yazacaktır: “Gelişmelerin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin sonucu olan şekiller olmaktan çıkıp, bu gelişmenin önünde engeller niteliğine bürünürler. O zaman toplumsal devrim çağı başlar.”[7]

Bir noktada, üretici güçler, tarihsel üretim ilişkileriyle çelişkiye düşer ve o zaman ilki ikincisini yok eder (toplumsal devrim çağı başlar). Eğer Hegelci sistemi Marx’ın düşüncesi içinde sürdürmek isteseydik, o zaman burjuvazinin proletarya tarafından olumsuzlanmasını, ardından olumsuzlamanın ikinci bir olumsuzlanmasını bulmamız, yani böylelikle burjuvazinin daha üst bir düzeyde korunduğu diyalektik bir akıl yürütmeyi izlememiz gerekirdi. Ama bu aşamada Marx artık bunu söylemez, proletaryanın burjuva üretim ilişkilerini bir noktada yok edeceğini söyler. Bu hiç de Hegel’in üslubu değildir. Burada diyalektik bir olumsuzlama değil gerçek bir olumsuzlama, olumlu bir olumsuzlama, rakibini yok etmektir söz konusu olan. Ama daha yakından bakıldığında başka bir şey daha fark ederiz, verili üretim ilişkilerini yok edecek güç, o ana kadar onun içinde hareket eden maddi üretim güçleri ya da Homo Natura’dır. Gelişimin bir noktasında Homo Natura, onu tarihsel biçimler içinde geliştiren Homo Historia’nın sınırlarından kurtulur ve tarihsel üretim ilişkilerini parçalar.

İşte tam da bu anlamda, Marx’ın Hegel’i ters çevirmesinin ikinci bir anlamı karşımıza çıkar ve bu da yine ilkine bağlıdır. İlk ters çevrim, söz ettiğimiz gibi diyalektik kategoriler altında olumlu güç olarak Homo Natura’nın keşfidir, ve ardından ikincisi, Homo Natura’nın bir noktada, yani çelişki artık aşılamaz olduğunda Homo Historia’nın dışına çıkmasıdır. Bir başka deyişle, tarihin bakış açısından soyut ama kurucu güç olarak üretim, orada kalmaz ama diyalektik neden-sonuç ilişkileri zincirine saldıran, zinciri koparmaya muktedir devrimci güç olarak karşımıza çıkar. Genç Marx’ın keşfettiği Homo Natura, Marx’ın ustalık eserlerinde diyalektik zinciri koparacak özne olarak karşımıza çıkar.

Marx, “bu sosyal şekillenme ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur” diye yazacaktır.[8] Çünkü gelişiminin özel bir aşamasında Homo Natura, Homo Historia’nın dışına sıçramıştır. Ama tüketim ile üretim özdeşliğini bir kez daha hesaba kattığımızda, toplumsal devrim çağı yeni bir tarihi de şekillendirmelidir. O ana kadar komuta altında olan Homo Natura, şimdi üretim ilişkilerini kontrol etmeye başlar (ya da aynı anlama gelmek üzere, olumlu üretici güç iktidarı devralır); üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında yeni diyalektik ilişkiler bütünü, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önüne engel olarak çıkmadığı yeni sosyalist toplum, yeni bir tarih, başka bir Homo Historia başlar.

Bir problem olarak toplumsal dönüşüm, yani eski diyalektik zincirin kopması ve ardından Homo Natura’nın üretim ilişkilerinin komutasını ele alması, bütünlüklü olarak ele alınabilir. Marx ilkin, toplumsal dönüşüm isteyen insanı ütopyadan kurtarır ve onu gerçeklere, pratiğe davet eder; ardından pratiği, tarihsel biçim içinde eyleyip gelişen doğanın yok edici saldırısı olarak tarif eder. Yine de hala toplumsal dönüşümün ne olduğu (niteliği) ve nasıl olması gerektiği bilgisine tam olarak nüfuz edebilmiş değiliz. Çünkü şu ana kadar sadece bir hatalar çetelesi tutulmuş, ama nihai olumlu katkı ele alınmamıştır. Bu sebeple belki son bir yorum, küçük bir dokunuş gereklidir. Ama konu elbette göründüğünden daha karmaşıktır ve bu son küçük katkının mahiyeti bile, yirminci yüzyılın Marksizmleri arasında ihtilaflı sonuçlara yol açmıştır. Bu sebeple, takip ettiğimiz akıl yürütüme yönteminin dışına çıkmayarak birkaç yargıya varmakta fayda var.

***

Marx, “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir sosyal şekillenme asla yok olmaz”[9] diye yazar. Ve tam da burası sorunların doğmaya ve yirminci yüzyıla (emperyalist çağa) taşınmaya başladığı noktaya tekabül eder. Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin bir noktada karşı karşıya gelmesine dair fikrin yerini, bu karşılaşmanın sadece en yüksek gelişim aşamasında olacağına dair bir iddia alır. Bu iddia yirminci yüzyıl Doğu Devrimleri tarafından derhal çürütülmüş olsa da (çünkü üretici güçlerin tam gelişmesi beklenmeden gelen milli demokratik devrimler ve bunların ardından sosyalist dönüşümler apaçık ortadadır), geniş fikir ayrılıklarının her zaman tabanını teşkil etmiştir.

Bu iddiayı en öne çeken gruplar, bazen devrimden kaçmak için, bazense üretici güçleri emperyalizmin geliştireceğini varsayarak, şarkiyatçılıkla karışık Batı-merkezci Marksizm karikatürleri olarak yirminci yüzyılın ilk yarsından ortalığa saçılıverdiler.

Ama daha sonra da, bu sefer postmodern sosa bulanmış bir takım yeni Marksizmler, küreselleşmenin Homo Natura’nın gelişimi ile ahenkli olduğunu ve bu sürecin bizi komünizme doğru taşıdığını iddia etme noktasına geldiler.

Farklı noktalardan hareketle başka bazı post-Marksizmler, Homo Natura’yı herhangi bir üretim ilişkisi ile bağıntısı içinde düşünmek yerine onu saf halde arzuladılar ve çeşitli anarşizm varyasyonlarına döndüler. Bunun tam tersi yönde hareket eden başka bazı gruplar ise, Homo Historia’nın aşılamaz olduğunu düşünerek sosyalizmi beklemekle vakit öldürdüler.

Tüm bu karmaşanın içinde ise ilgi çekici olan şey, öncüleri herhangi teorik bir ölçütten hareket etmeseler de milli demokratik devrimlerin Doğu’da düzenli bir şekilde yinelemesidir. Peki bu nasıl olabilmektedir? Yanıt, bir noktada (ama bunun en yüksek nokta olması gerekmez), üretici güçler ile üretim ilişkilerinin aşılamaz bir çelişkiye düşmesi, Homo Natura’nın Homo Historia’nın sınırlarından (yani salt ekonomik sınıfsallıktan) ayrılması ve ulusal kurtuluş savaşının öncüsü haline gelmesi olabilir mi? Gerçekten de, proletarya ve onun partisinin ulusal kurtuluş savaşının öncüsü haline dönüşmesi ve böylelikle emperyalist ilişkileri parçalamak için harekete geçmiş olması, Marx’ın yukarıda söz ettiğimiz akıl yürütme tarzına aykırı değildir. Emperyalizm, askeri ve ekonomik olarak bir ulusun ve üretici güçlerin gelişiminin önüne dikildiğinde, bir başka deyişle işgal, parçalanma, ölüm vb. gibi yaşamsal bir soruna sebep olduğunda, üretici güçler sadece pazar mallarını değil savaşı ve kurtuluşu da üretmeye başlar.[10]

Bu nokta, Lenin ve diğer Doğulu devrimcilerin, Marksizme yaptıkları en özgün düzeltme ve katkıdır da zaten. Toplumsal devrim, üretici güçlerin en çok geliştiği noktada değil, üretim tarzının en yüksek aşamasında, yani emperyalizm şartları altında gelir. Bunun anlamı, öncü partinin işçi sınıfını ve ulusun diğer ilerici güçlerini emperyalizme karşı birleştirmeden ve ulusal kurtuluşu sağlamadan, toplumsal dönüşümün sağlanamayacağıdır. Bir başka deyişle, Homo Natura’nın üretim ilişkilerini kontrol edebilmesi ve sosyalist kuruluş için, öncelikle emperyalist çağın diyalektik ilişkilerini savaşarak parçalama zorunluluğudur.

 

[1] Marx, Feurbach Üzerine Tezler (Alman İdeolojisi içinde), çev: S. Belli, s: 22. Sol Yayınları 1999.

[2] Marx, CW, 3, s: 277.

[3] Bkz. Spinoza, Etika, çev: H.Z. Ülken, s: 135, 139, Dost 2004.

[4] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 55, Sol Yayınları.

[5] Age, s: 51.

[6] Marx, Feurbach Üzerine Tezler (Alman İdeolojisi içinde), s: 27.

[7] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 24.

[8] Age, s: 25.

[9] Age, s: 24.

[10] Bu noktanın daha ayrıntılı bir tartışması için bkz. Chibber, Postcolonial Theory and the Specter of Capital, s: 192-200. Verso 2013.