Devam eden karmaşa

Postmodernite nedir? Bu soruya yanıt vermek sanıldığı kadar kolay değil. İki genel kabul görmüş yanıtla başlayalım. Birincisi, postmodernitenin, reel sosyalizm ve refah devleti sonrasına, küreselleşmiş dünyanın kültürel durumuna işaret ettiği yönündedir. İyi ama bu bize onun ne olduğu hakkında hiçbir şey söylemez, olsa olsa bir tarihe ya da bir eşzamanlılığa gönderimde bulunur.

İkinci yaygın yanıt ise, onun aydınlanma ve modernleşme projelerine karşı çıkan, felsefi, sanatsal, siyasi ve kültürel bir eğilim olduğudur. Akılcılık, birey, ulus, teknik modernleşme, ilerleme gibi fikirlerin yerini, postmodernite ile beraber farklı bir değerler (ya da karşı-değerler) sistemi almıştır. Örneğin akıl yerine güdü, birey yerine cemaat, ulus yerine etnik bağlar veya dünya vatandaşlığı, teknik modernleşme yerine ekolojik siyaset vb. Bu ilk bakışta daha doğru bir tanım gibi görünür. Yine de göründüğü kadar doğru değildir, çünkü bireyle cemaatin, uluslarla emperyalist dünya sisteminin ya da teknolojik gelişme ile ekolojik görüşlerin çatışması sadece bu döneme rast gelmez, burada sayılan spesifik çatışmalardan her birinin yüzyıllara yayılan kendi tarihi vardır. Toplumlar belirli bir ana kadar aydınlanma değerlerini tam olarak benimsemiş, bir noktadan sonra postmodernite adı altında genel bir saldırı başlamış değildir. Bu çatışmalarda hiçbiri 70’lerden bugüne devam eden durumun özgüllüğüne işaret etmediği gibi, postmoderniteyi tanımlamak için de onlara toplu halde işaret etmek yeterli değildir.

Ama hem ilk yanıtın hem de ikinci yanıtın, postmodernitenin ne olduğuna yanıt verememiş olmakla beraber, yanlış önermeler olduğunu söyleyemeyiz. Postmodernite elbette belirli bir dönemin ürünüdür ve elbette aydınlanma ile gelen değerleri hedef almaktadır. Yine de bir şeyi şu tarihte olmuştur ve şunlara karşıdır diye tanımlayamayız, biz o şeyin ne olduğunu soruyoruz.

***

Bu noktada başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Postmodernite olarak tanımlanan şey, her ne ise, hem felsefi hem sanatsal hem kültürel hem siyasi vb. bir şey olabilir mi? Bir şey nasıl olur da hepsi birden olabilir? Özel olarak felsefeyi ele alalım. Postmodern bir felsefe mi vardır yoksa felsefede postmodern etkiler mi vardır, postmodern bir felsefe okulu mu vardır, yoksa postmodernite olarak tanımlanan şeyin felsefeye tesiri, felsefece tartışmaları mı vardır? Eğer bir şey hem felsefi hem de sanatsal olarak varsa, ve felsefe ile sanat kesinlikle farklı tarzda düşünme yollarıysa, o halde bu şeyin ikisinde de olmadığı ama onlara dışarıdan tesir ettiğini söylememiz gerekir. Aksi takdirde o şeyi hem felsefi bir kavram hem de sanatsal bir duygu olarak tarif etmemiz gerekirdi ki, içinden çıkılmaz problemlere yol açardı bu.

Soruna daha yakından baktığımızda bunu derhal fark ederiz zaten. Örneğin bu dönemde üretilmiş ve dışsal gerçekliğin dilsel bir kurgu olduğunu belirten felsefi bir argüman, nominalist görüşlerin tarihi incelenirse bambaşka bir soykütüğüne de bağlanır. Veya deneyimin aklı öncelediğini belirten görüşler yeniçağa uzanan bir felsefi geleneğin içine de yerleşir. Veya görsel uzamın yanıltıcı (simülatif) olduğunu söyleyen bir filozof, Yunan felsefesinin metafiziksel sorunlarını da hesaba katar…

Kısacası, postmoderniteyi ya da genel olarak bu tanım altında düşünülen önermeleri felsefe içinde aradığımızda, onu asla bulamayız. Aksine, devasa külliyatıyla beraber önümüze felsefe tarihi açılıverir. Onu tam yakaladığımızı sandığımız anda, modernitenin, ortaçağın, eski Yunan’ın, hatta Asya ve Afrika’nın bambaşka sorunlarını araştırmak, düşünmek zorunda kalırız. Demek ki aradığımız şey felsefeye ait değil, onda olsa da ve onda etkileri olsa da, onun yarattığı, onun içinde aranması gereken bir şey değil. Bu iddiaya belki şöyle itiraz edilebilirdi: Postmodernite tam da modern içinde arkaik formların açığa çıkışı değil miydi? Ama felsefe bilim olmadığına göre ve felsefe tarihini bir bilim tarihiymiş gibi yazamayacağımıza göre bu itiraz geçersizdir. Çünkü bu durumda, bir filozofun ondan yüzyıllar önce yaşayan filozofları tekrar gözden geçirmesi, yaratılan kavramları yeniden düzenlemesi, hem açıklanamaz bir faaliyet hem de gereksiz bir girişim olurdu. Örneğin hiç de postmodern çağa ait olmayan Kojeve neden Hegel’i düşünür? Hegel Aşılmamış mıydı? Ama yirminci yüzyılın varoluşçu fikirleriyle, özellikle Da-sein kavramıyla beraber, Hegel’i şimdi bir kez daha düşünmek, parçalarını yeniden düzenlemek gerekmiştir. Pozitif bilimlerin tarihi ise hataların tamiri, eksiklerin tamamlanması, kayıp parçaların bulunmasıyla, bunlara dair yeni fonksiyonların düşünülmesiyle, felsefe tarihinden apayrı bir formda ilerlemektedir. 

Postmodern sanat diye bir şey var mıdır diye sorduğumuzda da aşağı yukarı aynı sonuçla karşılaşacaktık. Örneğin Niall Lucy edebiyat hakkında bu sorgulamayı yaptığında, postmodern edebiyata sebep olan şeyin Rousseau’nun fikirleri ve romantik akım olabileceğini iddia etmek zorunda kalmıştır. Burada da yine, aradığımız şey öyle genelleşmiş olur ki, onu özgül olarak tanımlayacak hiçbir araç kalmaz elimizde.

***

Benim buradaki iddiam, postmodernitenin yeri belirlenemeyen, daima elimizden kaçan bir şey olduğu değil. Esasında soyut ama felsefede ya da sanatta somutlaşan bir şey olduğu da değil. Dokunduğumuz anda buharlaşan bir şey olduğu da değil. Postmodernite bir şeydir, ama çoğu zaman yanlış yerde aranan bir şeydir. Her daim felsefi ve sanatsal tartışmaları araştırıp düşünmeyenler, tesadüfen ontolojik ya da metafiziksel sorunlarla veya sanatta alışılmamış olanlarla karşılaştıklarında, karşılaştıkları olguda postmodern bir şey olduğu şüphesine kapılabilirler. Oysa yapıp ettikleri sadece, kendi alışkanlıklarını ve kalıplaşmış düşünce tarzlarını modernite ile nominal bir tarzda özdeşleştirmiş olduklarından, farklı olanı hatalı bir şekilde postmodern olarak etiketlemiş olmalarıdır.

Peki ama bütün bunlardan sonra postmodernite nedir? Belirli bir tarihsel dönemde ve belirli bir karşıtlık ilişkisi içinde süregiden, ve orada olduğunu sezdiğimiz ama ne felsefede ne de sanatta yakalayabildiğimiz bu tuhaf şey ne? Bu soruya doğru bir yanıt verebilmek için, başta verdiğimiz tanımlayıcı olamayan iki yanıtın çerçevesinden çıkmamak gerekir yine de. Bu yanıtlar eksiktir diye elimizin tersiyle itmek yerine, çerçevenin içini doldurmak için üçüncü bir yanıtı onlara eklemek gerekiyor.

***

Soruyu belki de şöyle sormalıyız. Kim belirli bir dönemde (bunu 70’lerden sonra diye ele alalım) aydınlanma değerlerine ve modernleşme projesine karşıdır? Bunu isteyen kimdir? Hangi güç? Biraz indirgemeci olmayı göze alarak, dönemi global anti-emperyalist hareketin zirve yaptığı 68’den hemen sonrası diye başlatalım, karşıtlık ilişkisini ise ulus-devlet karşıtlığı şeklinde daraltalım (Doğulu ulus devletleri göz önüne alarak). Bu durumda postmoderniteyi isteyen güç kuşkusuz ki emperyalizm olmalıdır. Ama nedir sorusuna hâlâ cevap verebilmiş değiliz, çünkü emperyalizm ile postmodernite aynı şey değildir, postmodernite emperyalizmin istediği şeydir.

O halde bir adım daha atmalı ve nihayet emperyalizmin 70’lerden itibaren ne yaptığını bulmamız gerekir. Yakın tarihi kısaca gözden geçirecek olursak, bu döneme kadar millî devrimlerin sol bir teorisi ve tarihsel özne olarak proleter devrimci/ulusal kurtuluşçu militan var. Bununla beraber emperyalizmin Doğu devletlerine yoğun askerî müdahaleleri ve bunlarla iç içe geçmiş darbeler var. Ama 70’lerin başından itibaren bu sefer insan hakları ve demokrasi söyleminin sağ bir teorisi, ve tarihsel özne olarak (veya özne-olamayarak) Doğulu ulus devletlerin “eziyet ettiği” halklar var. Bu döneme kadar emperyalizme karşı mücadele eden uluslara destek veren bir sol var, ama bu dönemle birlikte artık Doğulu ulus devletlerin “eziyet ettiği” halklara destek veren bir sağ ve yeni-sol var. Bu döneme kadar Doğu uluslarının emperyalizmden kurtuluşu var, ama bu dönemden sonra halkların ulus devletlerden “kurtuluşları” var. Özetle bu döneme kadar Batı emperyalizminden kurtulan bir Doğu var, ama bu dönemden sonra halkları Doğulu ulus devletlerinden “kurtaran” bir Batı emperyalizmi var.

Yani bu dönemle birlikte, Batı bir kez daha Doğu halklarını “özgürleştiren ve medenileştiren öncü” konumunu yüklenir. Bu dönemle birlikte, kendilerini ve ülkelerini iyi yönetmekten aciz, akılcı düşünceye ulaşamamış, bu sebeple emperyalizme muhtaç barbar ve ilkel Doğuluların resmedildiği eski şarkiyatçı resmin yerini, Doğulu ve barbar ulus devletlerin “baskısından” kurtulmaktan aciz halkları kurtarmayı amaç edinen yeni bir şarkiyatçılık var.

Dolayısıyla “postmodernite şarkiyatçılıktır” diyebilir miyiz? Hayır, o kadar basit değil. Çünkü böyle deseydik postmoderniteyi yine layıkıyla tanımlayamaz ve yüzyılların genelliği içinde bir kez daha kaybolurduk.

***

Postmoderniteyi şarkiyatçılık olarak değil ama onun içindeki spesifik bir yön değişimi, yeni şarkiyatçılık olarak tanımlamak gerekir. Bu yön değişimi şöyle bir mantık içinde işliyor: 1-Batı, sömürgecilik geçmişindeki hatalarını kabul eder ve özür diler; 2-Ama Doğu’nun millî devrimleri de Batı’nın modernleşme projelerini devralır; 3-Bu sebeple Doğu’nun Batı-taklidi modern ulus devletleri, aynı geçmişin sömürgecileri gibi halka zulmetmektedir; 4-Yine aynı sebeple Doğu halkları, demokrasi ve insan hakları adına ulusal modernleşme projelerine karşı çıkmalıdır; 5-Tüm bunların sonucu olarak Doğu, ulus devlet gibi faşizan projeleri düşünmek yerine kan, soy, duygusal bağ, dini yatkınlık vb. gibi arkaik özüne gerilemelidir; 6-Çünkü Doğu’yu Doğu yapan şeyler ve aynı zamanda Doğuluların tek kurtuluş yolu arkaizmdir; 7-Sonuç olarak aydınlanma, özgürlük değil aksine faşizmdir…

Postmodernite, Doğu’ya arkaik bir kimlik tahsis ederek ve dahası bu kimliğin özgürleştirici ve evla olduğunu telkin ederek ilerlemektedir. Ama dokunduğumuz anda oryantalizmin birkaç yüzyıllık tarihi içinde buharlaşan ve asla ele geçiremediğimiz bir şey değildir. Aksine onun içindeki gözle görülür, elle tutulur bir yön değişimine işaret etmektedir. Sınırları belirli bir dönemin ürünüdür. Postmodernite ile beraber şarkiyatçı zihniyetin ötekisi artık genel olarak Doğu insanı değil ama Doğunun ulus devletleridir, kurtarıcı özne artık millî devrimciler değil ama arkaik duygulardır, düşman şu andan itibaren arkaizmlerin kurtuluşuna yardım eden Batı emperyalizmi değil ama sözde Batıcı modernleşme projelerini içselleştirmiş Doğulu ulus devlettir. Ve bunların sonucu olarak ulusa karşı ırk, soy, klan gibi yapılar, dini ve duygusal bağlar, her türden egzotizm, daha özgürleştirici gibi görünmektedir. Özetle, emperyalizmin istediği şey yeni-şarkiyatçılıktır; arkaik Doğu halklarını Batı emperyalizmiyle modernleştirme projesi gibi eski şarkiyatçı bir proje değil, ama artık Doğulu ulusların çeşitli arkaizmler tarafından aşındırılmasının medeniyet devrimi olduğunu telkin eden yeni projedir.

O halde postmodernite her şeyden önce bir dış politikadır. Bunu asla unutmamalı ve her tartışmada hatırlatmalıyız. Yine de örneğin felsefeye nasıl olup da bulaştığını, nasıl olup da postmodern bir felsefe var mıdır diye hatalı bir soru sormamıza sebep olduğunu açıklamamız gerekir.

***

Bunun sebebi aslında ontoloji ile aktüel siyasi önermelerin birbirine denk gelmeyişidir. Aktüel politik önermeler ontolojiden türetilemez. Çünkü ontoloji, politik bir kategori değildir. Bugün hâlâ Hegelci olunabilmektedir, ama kimse sistemin Prusya Devleti ile sonuçlanmasını beklemeyecektir. Bugün hâlâ Heidegger üzerine düşünülebilmektedir, ama kimse Nazi ideolojisini benimseyerek bunu yapmaz. Bugün Sartre hâlâ mümkünken, onun Sovyetler Birliği hakkında farklı zamanlardaki farklı görüşlerinin ne önemi vardır ki? Benzer şekilde, şarkiyatçı siyaset, çağdaş felsefenin ontolojik sorunlarından (örneğin fark, zaman, sonluluk vb.) doğrudan türetilebilecek bir konum değildir. Yine de filozof, ampirik verileri kullanabilmek adına onların içinden defalarca geçer. Sanki felsefe, emperyalist utanca ortak olmak zorundaymış gibi.[1] Bu bakımdan Deleuze, Heidegger’in ontolojisinde sadece ufak düzeltmeler yapar, ama bu müdahalelerin hiçbiri politik bir gerekçe sebebiyle değildir, öte yandan onun deliliğini, kötülüğünü ve Nazi sempatizanlığını halkta (Alman’da) ve kanda (Yunan’da) yanılmış olmasına bağlamıştır. Faşizme sebep olan şey şu veya bu ontolojik bakış değil, Heidegger’in Yunan/Avrupa merkezciliği ve Alman halkının en kötü zamanında ona insanlık adına ulvi bir vazife yüklemiş olmasıdır. Emperyalizmin utancını felsefeden temizlemek, Doğu’yu bir kez daha düşünmek ise geleceğin görevidir.

 

[1] Bu kirlenmenin en belirgin olduğu iki düşünür Lyotard ve Baudrillard’dır, her ikisi de Vietnam kurtuluş savaşçılarının, arkaizmleri ve kadim bağları ezdiği gerekçesiyle sömürgeci olduklarını iddia eder. Bunun devamında Lyotard, bir anlatının her şeyi açıklayamayacağına dair hiç de zararlı olmayan modern bir düşünceyi, bir anlatının hem Batı’yı hem de Doğu’yu açıklayamayacağına ve Doğu için başka anlatılar gerektiğine dair geleneksel oryantalist görüş ile karıştırarak en geri konumu alır.