Üretim

Süleyman Yurddaşer
Zir. Yük. Müh.

Üretim doğada başlar, yani, üreten doğadır. Üretim malzemeleri güneş, toprak, su ve topaktaki mikroorganizmalar yani, mikroplardır. Üretken toprak bu mikroorganizmaların yoğun olduğu toprağın 30-40 cm derinliğidir. Bu mikroplar, topraktaki inorganik maddeleri organik maddeye dönüştürme görevini üslenmişlerdir. Görevlerini daha iyi yapabilmeleri ve kendilerini üretmeleri için de yine toprakta organik maddelerin olması gerekir. Nereden bakarsak bakalım, canlı canlıyı üretiyor. Burada, organik maddelerle beslenip inorganik maddeleri bitkiler için besin haline dönüştürmede yardımcılarından da söz edilmelidir. Bunlar da kök uçlarında bitki tarafından oluşturulan ve mantar benzeri aktivatörlerdir.

Günümüzde bilim çok ilerlemiş birçok bilinmeyeni çözmüş, yapay zekâlı makineler yapar duruma gelmiş, ancak canlının en basit yapısı olan mikroorganizmayı üretmeyi henüz başaramamıştır. Bu konuda gelebildiği en ileri durum; canlının bünyesinde olan birçok kimyasal inorganik maddeyi bir çorba haline getirip elektroşoka tabi tutarak proteinin yapı taşı olan aminoasit sentezleyebilmektir. Kim bilir bilim ilerledikçe belki canlının yapı taşı olan proteini, ardından da canlı bir molekül üretebilecektir. Biyoteknoloji, günümüzde bazı organları insan kök hücresini kullanarak üretebilmektedir. Beklide gelecek organlarımızın arızalı olanları laboratuarda üretilmiş organlarla değiştirilecektir. (Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın) dünya’da olduğu gibi ülkemizde de bu konuda çalışan bilim insanları ve ekipler vardır. Öte yandan sebze ve meyveyi koklayarak organik olup olmadıklarını anlamaya çalışan sözüm ona bilim insanları da vardır. (Burada organik maddelerin canlı kaynaklı, inorganik maddelerin cansız maddeler kaynaklı olduğunu açıklamaya gerek yok sanırım.) Sebze ve meyvelerde organik üretim deyince; değerli hocamız Yıldırım koç’un 1 Temmuz 2019 tarihli Aydınlık gazetesindeki köşe yazısında belirttiği, Hollanda hükümetince Dev. Maden-iş sendikasına para vererek “Organik Tarım: Gelişimi ve ilkeleri” isimli kitap yazdırması aklıma geliyor. Yani, maden işçileri sendikası ve organik tarım, kel alaka? Tarımın kendisi zaten bizatihi organik olduğuna göre, tarımın inorganik kısmı ancak “yukarda bahsettiğimiz gibi” topraktaki mikroorganizmaların inorganik maddeleri bitkilerin kökleri vasıtası ile alabileceği duruma getirmekten ibarettir.

Mikroorganizmaların bitkilerin, beslenmesindeki bu yararlarının yanında insan ve hayvan beslenmesinde bir etkileri yok mudur? Elbette var. Bağırsaklarımızdaki mikro organizmaların beslenmemizdeki, yani gıdaların hazmedilerek bağırsaklarımızdan emilebilmesini sağlayanların faydalı mikroplar olduğunu herkes bilir. Organik artıkların da yine doğaya dönmeleri bu küçük canlıların marifeti değil mi? Bitmedi, bu miniklerimiz olmasa nasıl sütü yoğurda ve diğer süt ürünlerine dönüştürecektik? Turşu yiyebilecek miydik mesela? Bu mikrop oğlu mikropların marifetleri saymakla bitmiyor. Kendilerini klonlayarak geometrik dizi şeklinde hızla kendilerini üretiyorlar. Ayrıca toplu intiharları da söz konusudur. Örneğin, fermantasyon işlemini yapan laktabasillüs bakterileri besin ortamında hızla kendilerini klonlar çoğalır, onlar çoğaldıkça ortamı laktik aside (süt asidi) dönüştürür ve sonunda bu asit hepsinin işini bitirir. Şekerin ya da diğer karbonhidratların alkole dönüşmesi de bu yolla olmaz mı? Sonuç olarak üretim için bu küçük canlılardan öğreneceğimiz çok şey var. Yapay zekânın üretimde kullanılmasını bunlardan öğrenmiş olabilir miyiz? İşin faydalı yanında olduğumuz için zararlarından bahsetmiyoruz.

Bilimin ilerlemesi, koşut olarak biyoteknolojinin gelişmesi ile belki bir gün bu minik canlıların üretilmesi başarılacaktır. Bu olursa, buna başarı değil biyolojik devrim demek daha uygun olacaktır sanırım. Günümüzde biyoteknoloji, canlıların karakterini belirleyen genlere müdahale öyle ince bir noktaya gelmiştir ki DNA (desoksiribonükleikasit) sarmalının bir kısmı çıkarılıp yerine başka DNA’dan bir parça eklenebilmektedir. (CRISPR teknolojisi) Belki de minik canlılarımızın üretimi bütünden parçaya doğru giderek başarılacaktır. Yani, molekülden atoma, atomdan atom altı parçacıklara gidilerek kuantum teknolojisinde olduğu gibi… DNA’ya gelindiğine göre oradan proteine, proteinden aminoasitlere geçilecektir. Belki bu gün hayal ama bilim bu minikleri üretmeyi başarırsa besinlerimizi de bu beceriklilere sentezletme olanağımız olacaktır. Bunlardan Zararlı olanları, günümüzde kısmen faydalı olanları ile yok ediyoruz; ama gelecekte bunların Zararlı olanları da kimyasal ilaçlar yerine faydalı olanları ile yok edileceklerdir. Çokuluslu emperyal biyoteknoloji firmaların bu konu üzerinde bir hayli mesafe aldıkları bilinmektedir. Hani yıllardır gündemimizden düşmeyen GDO meselesi vardı; işte o teknolojiyi uygulayarak bazı tarım ürünlerinin karakterini değiştirmişlerdi işte o firmalar. Bazılarının, bu teknolojiye karşı olan ve bu teknoloji sonucu elde edilen ürünleri Frankeştayn (!) olarak niteleyip, sağlığımızda bütün kötülüklerin anası olarak gördüğü GDO teknolojisini uygulayabilen firmalar. (Gerçi bu teknoloji hakkındaki olumsuzlukların kaynağı yine bu firmalardı.) Günümüzde, “yukarıda da bahsettiğimiz gibi”, bu teknoloji çok daha ileri safhalara taşınmıştır. Biyoteknolojideki bu gelişme ile beklide zarlı mikroorganizmaların genlerine müdahale edilerek, zararlı olanlar faydalı hale dönüştürülebilecektir. Örneğin bir mayanın geninin değiştirilmesi ile şeker hastalarının ihtiyacı olan insülünün ürettirilmesi gibi.

Sonuç olarak, 2018 yılı Davos toplantılarında Prof. Yuval Noah Harari’nin dediği gibi “dicital ve biyoteknolojiyi atlayan ulusların gelecekte yeri yoktur.” Ben de diyorum ki, biyoteknolojiye karşı çıkmak, renkleri solduruyor diye güneşe kızmak gibidir.

Ekonomi