Netflix’in dayattığı ideoloji

Cemil Gözel

Teori’nin Temmuz sayısında, dizi ve film platformu olarak hayatımızda ağırlıklı bir yer işgal eden Netflix’in bir ideolojiye sahip olduğunu savunuyoruz. Elbette Netflix gibi bir dijital yayın platformunun ideolojisinin olmadığını söyleyecek kimse yoktur. Ancak ideoloji vurgusu yapmamızın nedenleri var:

Henri Lefebvre, nesnelerin kullanım süreleriyle oynamanın motivasyonları da yönlendirdiğini, parçalanan şeyin arzunun toplumsal ifadesi olan motivasyon olduğunu söylemişti.[1] Klasik anlamda sinema tüketim kültürünün Netflix ile birlikte değiştiği artık kabul gören bir saptama. Bu değişimde, arzunun toplumsal ifadesi olan motivasyonun belirleyici bir rolü var. Netflix ile birlikte sinema kültürü, toplumun gereksinimleri ve tüketim alışkanlıklarıyla çelişmeyecek bir şekilde yeniden üretildi; sinema kültürünün, toplumun yeni tüketim alışkanlıklarıyla çelişen yönleri törpülendi. Bu yüzden, bu saptamayı kabul ederek eleştiriye başlamak, nesnel bir gerçekliği reddetmenin önüne geçecektir. Böylece, Netflix eleştirisini ideolojik paradigmalar çerçevesinde yürütmek mümkün hâle gelir.

Netflix, bir tüketim ideolojisinin sonucu olarak gündemimizde. Bu tüketim ideolojisini, Marx’ın meta fetişizmi kavramıyla, onun bir sonucu olarak tanımlamak gerçeğe yatkın. Çünkü tüketicinin, tüketim koleksiyonuna daha fazlasını ekleme tutkusu, dayatılan tüketim ideolojisi ile dizginlerinden boşanmış durumda. Yani kapitalizmin, özellikle son onlu yıllarda yarattığı müthiş bir teknolojik donanımla yükselen yeni kültürüne Netflix gibi kesintisiz, sürekli ve her zaman ulaşılabilen bir dijital yayın alanı cevap verebilirdi. Böylece, yeni tüketici kimliği ile örtüşen yepyeni bir model ortaya çıkmış oldu.

Netflix’in ideolojisinin en önemli belirleyeni kuşkusuz donandığı üstdili, retoriğidir. Aslında bu üstdil, Amerikan kültür endüstrisinin başından beri tekrarladığı “değerleri”, bugünle örtüşen bir sanatsallıkla yeniden üretmesi bağlamında yeni sayılmaz. Burada yeni olan, hem yukarıda ifade ettiğimiz kısa vurgulardır hem de Netflix’in ikame ettiği imgelerin boyutudur. Çünkü toplumsal olandan kaçma ve bireyciliği besleyen tüm temaları değerlendiren Netflix, ideolojik bir makine olarak kendisine bağlananların “varoluşunu” kökünden değiştirme işlevi yükleniyor. Bu işlevin en birincil uzvu da üstdil olarak kendisini sunuyor.

Netflix, liberalizmin insan tanımı üzerine kurgulanmış içeriklerden öteye gitmeyerek de ideolojisini açığa çıkarıyor. Yaşam dar bir mekânda, mutluluk tek bir anda sıkışıktır![2] Aslında Netflix, insana, kendi içine kapan demektedir. Böylece insan, “bütün öteki insanların kederlerine ilgisiz gibi davranır. O insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. Hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına kendisi için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur.”[3]

Aslında Netflix, bütün bu kısa vurgularımızdan da anlaşılacağı gibi kendi eleştirisini kendi içinde barındırıyor. Bizim yaptığımız, o eleştiriyi ortaya çıkarmak için gereken kavramsal alanı kullanıma açmak, eleştirel mesafeyi ayarlamak, Netflix’in toplumumuz ile arasında oluşan çatlakları saptamaktır. Aydınlarımızı, bu çerçevede, Netflix tartışmasına davet ediyoruz.

 

[1] Hanri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, çev. Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul: Nisan 2016, S.96

[2] Kuntay Gücüm, “Netflix, Aşk 101 ve distopya”, teoridergisi.com: https://teoridergisi.com/netflix-ask-101-ve-distopya erişim 22.06.2020

[3] Tocqueville’den aktaradan Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: Mayıs 2016, s11.

İdeolojiler