Kemalist Devrim burjuva devrimi mi?

1936’da 3003 sayılı Endüstriyel Mamulat Maliyet ve Satış Fiyatlarının Kontrolü Hakkında Kanun, fiyat hareketlerinin kontrolünü piyasaya terk etmemek için çıkartılmıştı. Gerekçesinde belirtilen iki amaçtan biri, “müstehlikin (tüketicinin) ve umumi ve millî fedakârlık aleyhine endüstriyelin şahsi zenginleşme vasıtası” haline dönüşmesini engellemektir. Sanayileşmeyi servet biriktirme amacından kurtarmak, sermaye sınıfına ait olmayan bir paradigmayı yansıtıyor.

İktisat Vekili Celal Bayar, kanunu meclis kürsüsünden savunurken hükümet hedefleri ve millî ekonominin sermaye sınıfının çıkarlarıyla uyuşmadığını ortaya koymuştur. Bayar, özel sektörden sanayi yatırımı için üç tür başvuru olduğunu söylüyor: “Birincisi, ecnebi sermayeye paravanlık, ikincisi şimdi, müsaade koparırsam ileride spekülasyon yaparım diye düşünenler, üçüncüsü de bu fabrikaları kurmak için zaten kapasiteleri olmayan kimseler… Fabrikalar yapmakta vatandaşlarımız hür ve serbesttir, dedik. Yalnız millî ekonominin icap ettirdiği şekilde bir hudut çizdik. Bu hudut dâhilinde yapsınlar dedik. Bir tanesi gelip de devletin gösterdiği yerde fabrika kurmamıştır”[1]

O tarihte hükümetin sanayileşmede sermaye sınıfına güvenmesi için bir neden yoktu. Fakat hükümetin sermaye sınıfıyla ilişkilerindeki çelişkilerin, güven ihtiyacını aşan nedenleri vardır.

1925’te kurulan ve sanayide devletçiliğin başlangıç adımlarından biri kabul edilmesi gereken Sanayi ve Maadin Bankası, 1932’de işletmecilik görevini üstlenen Devlet Sanayi Ofisi (DSO) ve bankacılık görevini üstlenen Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası (TSKB) olarak ikiye ayrıldı. Devletçilik, dönemde ortaya çıkmış en köktenci programlardandı. Plan bir yıl sonra terk edildi ve DSO ile TSKB yerine Sümerbank kuruldu. Planı hazırlanırken İktisat Vekili olan Mustafa Şeref Özkan istifaya zorlandı, yerine Bayar getirildi.

Celal Bayar ve lideri olduğu İş Bankası çevresine İnönü grubu aferistler adını takmıştı (Fransızcada affaire sözcüğü iş anlamına gelir). Kemalistlerin liberal kanadını temsil ettiği kabul edilir. Liberal muhalefet 1925’te tasfiye edilmiş, iktidar çevresindeki liberal unsurların bir bölümü de Serbest Parti deneyinden sonra etkisiz hale gelmişti. Bazı tarihçilere göre 1932’de Bayar, İş Bankası’nın lideri olması sebebiyle liberalleri temsil etmeye en güçlü aday olarak görülüyordu. Oysa İş Bankası, Türk Devriminin, özel sektör girişiminden çok kamusal yönü ağır basan en yaratıcı işletmecilik modellerindendir. Kamu yatırımı olmadığı halde II. Beş Yıllık Planda görev verilen tek şirketti. 

Sermaye ve büyük toprak sahibi sınıfların meclisteki sözcülerinden Halil Menteşe, Bayar’ın vekil olarak görevlendirilmesi üzerine, “Devletin iktisadî gidişi hakkında iş âleminde vesvese vardır ve bu vesvese sermayeyi iş âleminden kaçırmaktadır.” demiş, Celal Bey’in “vazifesine hakikaten çok iyi bir surette” başladığını, iş dünyasındaki vesveseyi bertaraf ettiğini savundu.[2] İzmir Milletvekili Halil Menteşe, Muğla Milletvekili Hüsnü Kitapçı’yla birlikte mecliste devletçi politikaları en fazla eleştiren iki isimden biriydi.

Bayar’ın İktisat Vekili olarak izlediği politikaları, iş âlemiyle bağlantılarının değil, Cumhuriyet Devriminin karakterinin belirlediğini söyleyebiliriz. Bayar’ın devletçi politikalardaki rolünün incelenmesi, devletçiliği burjuva yaratma amacıyla açıklayan tezler, devletçilik politikalarını sermaye sınıfının çıkarlarıyla en çok onun üzerinden ilişkilendirildiği için önemlidir. Oysa Halil Menteşe’nın temsil ettiği çıkarlar, Bayar’ın vekillik dönemindeki politikalarla hiç de uyumlu değildir. 1937’de Ziraat Bankası kanunu tartışılırken, kendisi de büyük toprak sahibi olan Menteşe’nin eleştirilerine Bayar kürsüden şu cevabı verir: “Yüz binlerce dönüm bir adamın elindedir, yüzlerce adam topraksızlıktan sefalet çekmektedir. Rica ederim, bu manzaraya hangi akli selim sahibi tahammül edebilir ve hangi akli selim sahibi bu politikayı düzeltmeye müsaade etmez?”[3]

1930’larda Türk burjuvazisi tüccarlardan oluşuyordu. 1927’de İstanbul ve İzmir’de sanayi birlikleri kurulmuş, birlikler 1951’den önce Sanayi Odalarına dönüşememiştir. Sanayi kesimi, sermaye sınıfı için küçük bir azınlığı oluşturuyordu; özel sektörün sanayi yatırımları atölyenin ötesine geçememişti.

Özellikle tarım ürünlerinin dış satımıyla uğraşan tüccar sınıfı, köylülüğü, büyük ölçüde ürünün daha tarladayken satın alınması ve tefecilik yoluyla kontrol ediyordu. Tüccar sermayesine karşı hükümetin küçük üreticiyi koruyan en önemli adımlarından biri, Bayar’ın vekillik görevine atanmasından bir yıl sonra kabul edilen Ödünç Para Verme Kanunu’dur. Bayar Kanunu kürsüden sermaye sınıfını tehdit eden bir dille savunur: “Onlara ihtar ederim ki şimdiye kadar başıboştular ve Hükümet üzerlerine hiç bir kayıt koymamıştı. Eğer yine içtimaî sefaleti, sırf keselerini şişirmek için istismarda devam edecek olurlarsa bizim de kanunî yollarımız vardır, kendilerine mukabele edeceğiz (Bravo sesleri).”

Bayar’ın İktisat Vekilliği yaptığı dönemde meclisteki tüccar ve büyük toprak sahiplerinin temsilcileri, birçok defa, hükümetle, devletçilik politikalarının kendi haklarına tecavüz ettiğini ileri sürecekleri ilkesel tartışmalara girdiler. Örneğin 1932’de hükümet, Türkiye İskele ve Limanları Arasında Posta Seferleri Hizmetinin Devlet İdaresine Alınmasına Dair Kanun tasarısını sundu. 1. maddesinde “Türkiye iskele ve limanları arasında muntazaman posta seferleri yaparak yolcu, eşya ve hayvan nakli işi Devlet idaresine alınmıştır.” deniyordu. Tüccar sermayesinin meclisteki temsilcilerinden Hüsnü Kitapçı, kanun müzakere edilirken kazanılmış mülkiyet haklarını kastederek, “Bu kanunun zararlarının birincisi, vatandaşların hukuku müktesebelerini (kazanılmış hak) ihlâl etmesinden ibarettir… Her ne cihetten olursa olsun inhisarlara lüzum yoktur. Vatandaşlar hukuku müktesebeden istifade etmelidirler.” demişti.

Bu dönemde kamu tekelleri yoluyla bazı sektörler sermaye sınıfına kapatılmış, kamu yatırımlarıyla da devlet özel sektör için baş edemeyeceği bir rakip olarak ortaya çıkmıştır. Devlet Sanayi Ofisi’nin kuruluşu mecliste görüşülürken, özel sektörün çıkarlarının sözcülerinden Kocaeli Mebusu Sırrı Bey, devletçi politikaların sermaye sınıfının yaşamasına imkân bulamayacağı bir ortam yaratacağını savunmuştu: “Vatandaşlara piyasada adeta rakip çıkacaklardır… Kuvvetli sermayesine istinat ederek, millî bir tüccar olan Hükümete dayanan fabrikalarla, kendi sermayesine istinat ederek çalışan eşhasa ait fabrikaların rekabet etmesine imkân olmayacaktır.”

Ekonomiye kim önderlik edecek?

Mustafa Şeref Özkan’ın yakın çalışma arkadaşı ve devletçi politikaların hazırlanmasında büyük pay sahibi olan Sanayi Umum Müdürü Ahmet Şerif Önay, CHP için hazırladığı bir mütalaasında şunları söylüyor:

“Memleketimize dönen sermayelerin kısmı külliyesi ecnebidir. Buna mukabil say (emek) hemen temamiyle millidir. Bu vaziyete nazaran sermayeye verilen payın mühim bir kısmı harice ödenir. Saye ayrılan pay ise hemen tamamen millet elinde kalır. Bunun için usul ve müessirimizi öyle tanzim etmeliyiz ki, saye isabet eden hisse sermaye hissesine nazaran mümkün olduğu kadar çok olsun. Çünkü serveti milliyeyi teşkil eden, esas itibariyle say hissesidir.”[4]

Sermaye sınıfını millî ekonomiye liderlik edemeyeceğini fikri, dönemin entelektüelleri arasında nadir değildir. Örneğin Selâhattin Birkan da, 1950’de yayımladığı bir kitapçıkta, “Serbest teşebbüsün planı ve programı yoktur. O yalnız kazanç gözetir, günlük menfaatler peşinde koşar, sosyal gayeler takibine ise iç yapısı engeldir.”[5] yazmıştı.

İnönü de o tarihlerde Türkiye’nin en önemli ihraç ürünü olan tütünün ticaretini neden tüccara bırakmayarak devlet olarak üstlendiklerini şöyle açıklıyor: “Yine çok önemli bir mesele de tütünün dışarıdaki değerini muhafaza edebilmekti. Bunun için tütün cinsini ve onda aranan vasıfları korumak, daima olarak devlet kontrolüne ihtiyaç gösteriyordu.”[6] 

1930’da Meclis tütün tekelini tartışırken Gaziantep Mebusu Reşit Bey, kanunla hangi sınıfların karşı karşıya geldiğini gösteren ifadeler kullanacaktır: “Tüccar istiyor ki Hükûmet rakip olmasın ve almasın, ben ucuza alayım. Hükûmet ne için almasın, Hükûmetin alması çiftçinin menfaatidir. Çünkü tüccara karşı rakiptir.”[7]

1930’da kabul edilen Tütün İnhisarı Kanunun, “tütün çiftçisini ticaret çıkarları aleyhine koruyan bir kanun” olduğunu yazan Korkut Boratav, konunun sermaye sınıfı tarafından ilke sorunu olarak algılandığını belirtiyor: “Görülüyor ki tütün inhisarı tartışmalarında hükümetin tüccar aleyhine, çiftçiler lehine aldığı bu tavır, ticaret sermayesinin sözcüleri tarafından daha genel bir ilke sorunu olarak yorumlanmıştır.”[8]

Atatürkçü liderlerin, sermaye sınıfını ortadan kaldırmayı değil ama emekçi sınıfların sermaye karşısındaki pozisyonlarını güçlendirmeyi ve ekonominin liderliğini sermaye sınıfına terk etmemeyi tercih eden politikalar da izlediklerini söyleyebiliriz. Fransa’nın önemli Çin uzmanlarından Marie-Claire Bergére’in, Çin’deki sermaye sınıfı için yaptığı tespitin bir benzerinin, Atatürkçü dönemde Türkiye için de geçerli olabileceğini düşünüyorum: “Çin’de ne muzaffer bir burjuvazi ne de kısaca burjuvazi bulunuyor, sadece en önemlileri rejimin amaçlarını paylaşan ve onun politik ve idari elitleriyle birlikte yaşayan, diğerleri boyun eğmek ve kuralların çevresinde dolaşmaya çalışmaktan başka bir şey yapamayan sınıf bilincinden yoksun müteşebbisler.”[9]

1948’de iş adamları ve bazı akademisyenlerin düzenlenen İkinci İktisat Kongresindeki kullanılan şu cümleler, bu devletçi politikaları ve kendilerine yapılan muameleyi burjuvazinin kendi üzerinde kurulan bir diktatörlük olarak algıladığını ve II. Dünya Savaşı sonrasındaki ortamı ekonominin liderliğini almak için bir fırsat olarak gördüğünü gösterir.   

İstanbul Tüccar Derneği Başkanı ve Tertip Komitesi Başkanı İzzet Akosman’ın açılış konuşmasından: “Türkiye İktisat Kongresi artık memleketin iktisadi mukadderatına meslek ve ihtisas adamlarının da karışmak kararında olduklarını en canlı ve en kuvvetli şekilde ifade eden bir hareket olmak bakımından büyük ehemmiyet taşımaktadır.”

İstanbul Tüccar Derneği Genel Sekreteri Ahmet Hamdi Başar’ın açılış konuşmasından: “Bütün tekliflerimizin hülasası, siyasi sahada olduğu gibi iktisadi sahada da vasilik rejiminden kurtulmak şeklinde kısaltılabilir… 1848 Türkiye İktisat Kongresi memleketimiz tarihinde misli görülmemiş büyüklükte ve ehemmiyette bir topluluktur. Çünkü ilk defa olarak ki resmî bir teşvik ve yardım olmadan memleketin bütün meslek ve ihtisas adamları en salahiyetli teşekküllerin murahhasları kendi hür ve serbest iradeleriyle bir araya toplanmış bulunuyorlar.”

İstanbul Bölgesi Sanayi Birliği adına söz alan Cudi Birten de kongrenin hedefini, “işlerimizi bizzat kendimizin görmesi ve davalarımızı bizzat kendimizin ele alması esasını sağlamak ve buna çağır açmak” olarak tarif etti.[10]

Artık memleketin iktisadi mukadderatına karışmak, vasilik rejiminden kurtulmak, işlerini kendi ellerine almak, bir sınıfın Kemalist rejime karşı reflekslerini ifade ediyor.

Atatürkçü Devrim üzerine düşünmek!

Demokratik Devrim ile sosyalist inşa süreçlerini birbirlerini takip edecek dönemler olarak değil, iç içe yaşanacak süreçler olarak görmeliyiz. Sosyalist inşa, ileri aşamalarına kadar demokratik karakterini koruyacaktır.

İlk demokratik devrimlerin burjuva sınıfının önderliğinde gerçekleşmesi, demokrasi ile burjuvazi arasında bir iyelik ilişkisi yaratmaz. Bugün hâlâ kapitalizmin en geliştiği ülkelerde bile (bir bölümü hâlâ monarşiyle yönetilir) demokrasi sorunlarının ortaya çıkabilmesi, kapitalizm altında demokratik devrimin en son noktasına kadar götürülemeyeceğine de işaret ediyor. Batı’da, eski İngiliz sömürgelerindeki dinlerden ilham alan yeni tür pagan inançların ortaya çıkması, sapkın tarikatların taban bulabilmesi, kapitalizmin en gelişmiş merkezlerinde, demokratik devrimin geri dönülemez kazanımlarının olmadığını değil, ama kapitalizm altında demokratik devrimin aşınabileceğini gösterir.

Kemalist Devrim’in köktenci bir demokratik karaktere sahip olması, burjuva devrimi olarak algılanmasını kolaylaştırmış olabilir. Muhtemel bir diğer neden de, Türkiye’de sosyalizmin ilk bilgi kaynaklarıdır. Bilimsel Sosyalizm hakkındaki ilk bilgiler Türkiye’ye Batı’dan kalıplar halinde ithal edildiğinden, sosyalist aydınlar Türkiye’deki devletçilik uygulamaların ve demokratik devrimin özgün karakterini gözden kaçırmış olabilirler.  

Kemal Atatürk, hiç de küçümsenemeyecek servetiyle ilgili vasiyetnamesiyle, tarihin en ilginç kamulaştırma örneklerinden birini vermişti. Vasiyetnameye bakarak, topluma servet biriktiren ve bunu kan bağına göre devreden bir örnek yaratmayı amaçlamadığını söyleyebiliriz. Bu eylemiyle bir anlamda burjuvazinin kutsallarına saldırmıştır. İnönü de “bu eserleri vücuda getirdikten sonra bunları Hazineye hiçbir bedelsiz ve karşılıksız terketmesinde esaslı, büyük ve siyasi bir ideal vardır. Millî mücadelenin ilk gününden beri bu memleketin kudretini ve servetini köylülerimizin kalkınmasında, zengin ve müreffeh olmalarında gördü.”[11] ifadesiyle Atatürk’ün tasarrufunun sınıflarla ilgili siyasal bir eylem olduğunu belirtiyor.

Atatürkçü önderliğin kolektivist olmadığına şüphe yok; fakat sosyalizmle ilişkilerini yeniden düşünmeliyiz. Diğer taraftan Atatürkçü seçkinler Bilimsel Sosyalizmin derinleşmiş bilgisine sahip değillerdi veya programlarını oluştururken Bilimsel Sosyalizmin birikiminden faydalanmadılar. Türkiye’nin 1946 sonrasında Atlantik Sistemini kolayca kabullenebilmesinde, şu iki faktörün de rolü olmalı: Atatürkçü liderlerin Bilimsel Sosyalizmle yeterli ilişki kuramaması; Emekçi sınıfların örgütlü bir güce dönüşmesine izin verilmemesi.

Yine de “Kemalist Devrimi bir burjuva devrimidir” tezinin, 21. yüzyılın sosyalizm inşa deneylerinin bilgilerini de kullanarak yapılmış eleştirisine ihtiyacımız var.   

 

[1] Bu kanun üç oturumda görüşülmüştür. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, Cilt 11, İçtima: 1, İnikad: 66, 22 Mayıs 1936; TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, Cilt 11, İçtima: 1, İnikad: 73, inikat: 73; 03 Haziran 1936; TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, Cilt 12, İçtima: 1, inikad: 75, inikat: 75; 08 Haziran 1936.

[2] TBMM. Zabıt Ceridesi, Cilt: 16, Devre: 43, İçtima: 2, inikat: 65; 03 Haziran 1933.

[3] Ziraat Bankası’nın 1937 tarihli kanunu TBMM’de 2 oturumda ele alınmıştır: TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, Cilt: 18, İçtima: 2, inikat: 57; 10 Mayıs 1937; TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, Cilt: 19, İçtima: 2, inikat: 71; 04 Haziran.1937.

[4] 1931’de CHF programı gözden geçirilirken Recep Peker, Sanayi Umum Müdürü Ahmet Şerif’den (Önay) sanayi hakkında bir mütalaa istemişti. Ahmet Şerif Önay tarafından bu vesileyle hazırlanan mütalaasının tam metni İlhan Tekeli ve Selim İlkin tarafından yayınlanmıştır. (İlhan Tekeli-Selim İlkin, Uygulamaya Geçerken Türkiyede Devletçiliğin Oluşumu, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s. E 70.)

[5] Selâhattin Birkan, Türkiyede Devletçilik: Bağımsızlık ve Refah Yolu, Liberalizm: İstismar ve Kölelik, Işıl Kitap ve Basımevi, İstanbul, 1950 s. 28.

[6] İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2009, s. 522.

[7] TBMM. Zabıt Ceridesi, Cilt: 20, Devre: 3, İçtima: 3, inikat: 72; 08 Haziran 1930

[8] Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 87.

[9] Marie-Ciaire Bergére, Chine le Nouvelle Capitalisme d’Etat, Librarie Arhéme Fayard, 2013, p. 133.

[10] Kongre belgeleri, tebliğler, kararlar ve basında kongre hakkında çıkan yazılar Kemal Kılıçdaroğlu tarafından kitap olarak yayımlanmıştır. (1948 Türkiye İktisat Kongresi İstanbul 22-27 Kasım 1948, Yayına Hazırlayan: Kemal Kılıçdaroğlu, DPT Yayın Dairesi Başkanlığı, Ankara, 1997.)

[11] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 3, Cilt: 16, İçtima: 1, inikat: 75; 12 Haziran 1937