Dünyanın her bir yanındaki halk birçok açıdan tedirgin. Birçok ülke de halkı koronavirüsten koruma konusunda sınıfta kaldı. Öyle ki; bazı gelişmiş ülkeler yalnızca zengin nüfusu korumak için sıkı tedbirler almayı uygun gördü. Bazı ülkeler tedbir almakta çok ama çok geç kaldı ya da hiçbir tedbir almama yoluna giderek, doğal yoldan bağışıklık kazanılmasının en doğru yol olduğunu savundu. Bunlar buzdağının görünen yüzünün yalnızca bir kısmı...
Gündelik yaşamı değiştiren bu küresel kriz nedeniyle birçok ülkenin sınırları kapatıldı, uçuşlar durduruldu, ticari faaliyetler ise tamamı ile askıya alındı. Salgın, dünya genelinde her geçen gün daha fazla yayılırken, kayıplar da o denli artıyor. Bu ana başlıklar arasında sıkışıp kalan dünya, pandemi sebebiyle birçok diplomatik krizin eşiğine geldi. Başta Avrupa Birliği olmak üzere, devletler ile birçok kurum özelinde fikir ayrılıkları ortaya çıkmaya başladı. Nitekim Almanya’nın İtalyanlara yardım etmemesi mutlaka sorgulanacak gibi duruyorken, ekonomik sorunlar bir yana, durum bugün Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, NATO ve Dünya Sağlık Örgütü aleyhine işler hale geldi. Çünkü bu durum, başta Avrupa Birliği’nin yeterince güvenli ve kapsayıcı olmadığının öne atılmasını sağladı. Bunun yanı sıra, kriz yönetimini devralamayan Avrupa Birliği, uluslararası çapta gergin bir ortam oluşturacak adımlar attı. Oysa üye ülkeler için başlıca çözüm, uluslarüstü bir kontrol mekanizmasına sahip olan bir kurumun varlığını hissetmekten geçiyordu.
Koronavirüs, kapitalizm ve yoksulluk üçgeni
Konuyla ilişkili olarak, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray'da düzenlenen Koronavirüsle Mücadele Görev Gücü basın toplantısında gündemi değerlendirdiği konuşmasında, Dünya Sağlık Örgütünün pandeminin dünya geneline yayılmasında ciddi sorumluluğunu olduğunu ve bu konuda en başta örgütün dünyayı yanılttığını savundu. Bu örnekte de olduğu üzere, kurumların varlığı ve geleceği sorgulanırken, tüm dünya yeni ve farklı bir sabaha uyanacağı hissiyle yaşıyor. Peki, gelişmekte olan ülkeleri ve özellikle ülkemiz Türkiye’yi yakın gelecekte neler bekliyor olacak?
Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Avrupa’da birliğin sağlanması için üst düzey bir çaba gösterildiğini tarih kitaplarında sıklıkça görürüz. Fransız diplomat Jean Monnet’nin hatırlardan silinmeyen ve unutulmayan “Avrupa krizlerden doğuyor,” sözü ise o günlerden bugüne değin belki de en önemli anekdot. Şartlar değişse de o günden bugüne değin çok ama çok zaman geçti. Fakat risk yönetimi ve risk iletişimi gibi kavramların özümsenmesinde güçlük çekildiğini şimdilerde daha iyi anlar hale geldik.
Toplum, muhtemel risklere karşın daha dirençli bir hale gelse de, pandemiye dair her şey dünya üzerinden çekip gitse de, bundan sonraki süreç tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir risk barındırmaya devam edecek. Fakat Türkiye birçok açıdan şanslı. Çünkü gelişmekte olan ve uzun bir süredir kendi yağında kavrulmakta olan bir ülke. Bu durumda, hangi açıdan şanslı olduğunu söylemek gerekirse, gelişmekte olan ülkelerin bu gibi durumlarda bir artısı bulunabilir; o da kesinlikle birçok gelişmiş ülkenin aksine sağlık ve sosyal açıdan sorunlarla karşılaştığında alacağı reaksiyonlarda dünyanın gözlerinin üstünde olmamasıdır.
Yüz bini aşan ölü sayısı sonrasında ise “süper güç” olarak ifade edilen tüm ülkelerin aslında o kadar da süper güç olmadığı gözler önündeydi. Bu bağlamda, dünyanın tüm süper güçleri bu acı bilançoların faturasıyla yüzleşti. Bu artan gerilim, süper güç olsun veya olmasın, küresel bir ortak bilinçten ve dayanışmadan geçtiğinin kavranmasına sebep oldu. Sokağa çıkma yasakları, karantina ve sosyal mesafe gibi uygulamalar ise pandeminin üstesinden gelmek için alınan tedbirler olarak ulus devletleri güçlendirmeye yetti.
Kapitalizm en başından bu yana kırılgan ve başarısız bir sistem. Belki köklü bir değişim söz konusu olmayacak ama sosyalizm daha anlaşılır bir hal alacak. Pandeminin küresel çapta neden olduğu olumsuz ekonomik gelişmeler ise dünya genelindeki yoksulluğun artmasına sebep olacak. Küresel yoksulluğun azaltılmasına yönelik yayımlanan bir öngörü raporunda da bu kanıyı güçlendirecek veriler yer alıyordu. Dünya nüfusunun yarısının yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu açıklanmış, fakir ülkelerin desteklenmemesi halinde kısa vadede yarım milyar insanın yoksul kalacağı uyarısında bulunulmuştu. En çok yoksul ülkelerdeki kadınların ve dezavantajlı kişilerin etkileneceği bilinmeli, bunun sebebi olarak da sosyal ve sağlık sistemlerinin yetersiz olması kabul görmelidir. Bu noktada Çin’in yıllardır izlediği ekonomi politikalarını hatırlatmakta fayda var. Peki, Çin’in uyguladığı ekonomi modeli neleri kapsıyordu?
Ekonomide Çin modeli
Çin ekonomisi, ekonomik reformların başladığı 1978 yılından sonraki otuz beş yıl boyunca ortalama yüzde 10 büyümüş ve 2014 yılı sonunda 1978 yılındaki büyüklüğünün yaklaşık yirmi katına ulaşmıştı. Hatta fiyat farkları hesaba katıldığında Amerika Birleşik Devletleri ekonomisini de geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü elinde tutan ülke görünümdeydi.
Çin Devlet Konseyine bağlı olan basın ofisi tarafından yayımlanan “Yoksullukla Mücadele ve İnsan Hakları Alanlarındaki İlerlemeler” başlıklı kitapta Çin’in yoksullukla mücadelede önemli ve kalıcı başarılar sağladığının bir göstergelerinden biri konumunda yer almakta. Bu raporda yer alan veriler ışığında reform ve dışa açılma politikasının uygulanmasından bu yana geçen otuz yıllık bir süre zarfı boyunca yedi yüz milyonluk bir nüfusun yoksulluktan kurtarıldığına dikkat çeken bir detay.
Bahsi geçen Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefi Raporu’nda da görüldüğü üzere Çin'de yoksulların toplam nüfustaki payının 1990 yılında yüzde 61 dolaylarında iken 2014 yılında bu oranın yüzde 4,2'ye indiği bilgisinin yer aldığı belirtilmişti. Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri, Birleşmiş Milletlere üye olan yüz doksan iki ülke tarafından Eylül 2000'de New York Binyıl Zirvesi'nde kabul edilen ve 2015’e kadar yerine getirilmesi planlanan sekiz hedeften oluşmakta. Bu hedeflerden ilki yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması. 1990’da iki milyar olan aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı yarı yarıya azalarak 2015’te sekiz yüz otuz altı milyona düşmüştü.
Çin’in uyguladığı bu mücadele politikası, dünyada yoksulluğun azaltılması ve insanların daha iyi bir yaşam için sahip oldukları seçeneklerin artırılması açısından adeta bir kilometre taşı görevi üstleniyor. Bu nedendendir ki Çin yoksullukla mücadele alanında “Bin Yıl Kalkınma Hedeflerini” tutturmayı başaran ilk gelişmekte olan ülke unvanını üstleniyor. Başka bir açıdan kırsal nüfustaki yoksulluk önemli bir sorun kaynağı. 2011 ve 2015 yılları aralığındaki dönemde kırsal bölgelerde yüz milyon kişiye yoksulluk yardımı sağlanabiliyordu. Bu plan dönemi için Çin devleti yoksulluğun daha da azaltılmasını en önemli öncelik olarak kabul etmesini ve diğer bütün yoksul bölge ve ilçelerde yoksulluk yardımlarının tabanının genişletilmesi hedeflenilmişti.
Çin’in bu mücadelesine başarıya ulaşmasını sağlayan üç ana faktör bulunuyor. Bunlardan ilki yapısal reformlara bağlı yüksek büyüme hızı, devletin uyguladığı kapsayıcı kalkınma stratejisi ve nüfus artış hızının yavaşlamasına neden olan kamu politikaları sonucu meydana gelen demografik yapıdır. Çin’de hâlen tahminlere göre yoksulluk sınırı olarak kabul edilen yıllık iki bin üç yüz Yuan’dan daha az gelirle yaşamak zorunda olan yetmiş milyon insan bulunmakta. Fakat öngörülen o ki; 2021 yılına kadar bu kişilerin yoksulluktan kurtulmalarının ve yeterli sosyal hizmetlerden yararlanmalarının sağlanması için gerekli politikalar öncelikli olarak uygulanacak planlar dâhilinde yer alıyor.
Çin, daima sosyal yardım konusuna büyük önem vermesi sebebiyle sosyal politika tasarımı ve uygulaması konusunda önemli bir deneyime sahip bir ülke. Hükümet liderliğinde ve sosyal sektörlerin katılımı ile Çin kapsayıcı bir sosyal yardım sistemini epey geliştirdi. Bunlar ise asgari geçim ödeneği, finansal destekler, afetlere maruz kalmış insanların kurtarılması, sağlık, eğitim, ev, çalışma ve geçici yardımlar olarak sıralanabilir. Kısacası, Çin’in yoksullukla mücadele konusundaki başarının sırrı da buradan kaynaklanıyor. Bu bağlamda eğer dolaylı ya direkt bir kriz anında neler yapılması gerektiği düşünülürse, ekonomide Çin modeli bir can simidi işlevi görebilir.