Sonsuz faşizm söylemi

Yirminci yüzyıldaki ana akım karşıt akımları birleştiren tezler oldukça fazladır. Ama hepsi günümüz liberallerinin sosyalizmle faşizmin sözde aynı şey olduğuna dair iddiası kadar kolayca çürütülebilir türden değildir. Benzer analizler bugün solun içinden de felsefî bir dile başvurularak sıklıkla yapılıyor. Bu sefer amaç, elbette olması gereken ideal düzenin kapitalist liberal demokrasi olduğunu savunmak değil, ama daha çok, devrimci taktikler bütününe dair yenilikçi bir perspektifi ortaya koyabilmek. Yine de böylelikle, liberallerin iddiasındaki nihai amaçtan farklı bir sonuç alındığı henüz kanıtlanabilmiş değildir.

Badiou’nun bir yıl arayla yayınlanmış ve sonra Yüzyıl isimli kitabında derlenmiş iki makalesi bu bakımdan ele alınabilir. İlkinin adı Anabasis. Burada yazar, Saint-John Perse ve Paul Celan’ın poetikaları arasındaki farktan hareketle, yenilikçi bir siyasi sonuca ulaşır. Saint-John Perse’nin şiirini yorumlarken, yolunu Şarkta kaybetmiş Yunan askerlerinin kardeşlik duygusunu ancak, her birine gönderimde bulunan kolektif bir isim (Yunanistan) altında deneyimlediklerini anlatır. Paul Celan’ın şiirinde ise kardeşlik duygusu artık kolektif bir isim altında değildir, sadece beraber olmanın rastgeleliği vasıtasıyla deneyimlenir.

Badiou’ya göre ilki ile ikincisi arasındaki fark, yüzyıldaki dönüşüme işaret eder. Bu bakımdan Paul Celan’a yüzyılı kapatan şair olarak işaret edilir. Bir başka deyişle, kardeşliğin kolektif bir isme başvurmaması, bir tarihsel aşamadan itibaren rastlantısallığa açık olması, yüzyılı kapatan olgu olarak kabul edilir.

İkinci makalenin adı Yedi Varyasyon; burada yazar, kardeşliğin faşizmde ulusal veya ırksal isimler altında düşünüldüğünü, yine hakiki değil ama yolunu kaybetmiş komünizmde de (bunu devrimin donduğu anlar olarak tanımlıyor), devrimcilerin kardeşliği kolektif isimlerin altında düşündüğünü (ulus isimlerinin yanı sıra sosyalist kamp veya Doğu gibi daha büyük genellemeler) iddia eder. Bu da demek olur ki, yazara göre komünizm, ancak kardeşlik bağının kolektif bir isim altında düşünülmediği zamanlarda hakikidir. Yazarın tercih ettiği alternatif komünist slogan şudur: “hep beraber.”

Özetlemek gerekirse, Badiou’ya göre yirminci yüzyılın ruhu ya da hatası, kardeşlik bağlarının bütünleyici isimler altında deneyimlenmesi olmuştur (en belirgin olarak ulus isimleri). Buna inanacak olursak faşizmler ile reel sosyalizmler arasında herhangi bir fark yoktur. Dahası yazar, bu hatanın kökeni olarak önce şiirdeki Yunan imgesine ve daha sonra Nazi Almanyası’na işaret ederek, okuru bunun Avrupa-merkezci bir hata olduğuna ikna etme yönünde çalışmaktadır.

***

Pekiyi Badiou’nun tezlerine itiraz etmek amacıyla kolektif gönderimi olan isimlerin siyasi pratikte zaruri olduğunu öne sürersek, solun eski olarak tanımlanan tezlerine basitçe dönmüş olur muyuz; ya da karşıt akımları birleştirme eğiliminden bağışık olur muyuz? Literatür bunu kolayca doğrulamıyor. Bu dönemin bir başka düşünürü olan Laclau’nun öncelikli tezi (The Rhetorical Foundations of Society), siyasi hareketteki yan yanalığın ya da yanallığın, parçalardan her birine gönderimde bulunan bütünleyici bir isim vasıtasıyla kapsanmaz ise dağılacağı ve amacına ulaşamayacağıdır. Yan yana gelen parçalar (kimliklerin çokluğu ve onların farklı talepleri), ancak bir isim altında toplanırlarsa sahadaki siyasi bir antagonizmayı biçimlendirebilirler.

Ama, diye ekliyor Laclau, bu tez salt devrimle ilgili değil, devrimci olmayan siyasi hareketler için de, hatta sağ hareketler ve faşizmler için de geçerli (On Populist Reason). Yazara göre sol ya da sağ olduğuna bakmaksızın siyasi bir hareket böyle oluşur, dolayısıyla karşıt akımları ayırabilecek ya da birini diğerine göre meşru kılabilecek bir kıstas hâlâ yoktur elimizde. Örneğin Chavez’in liderliğinde “vatan”[1] ismi altında kapsanan farklı grupların ortak ulusal bağımsızlık savaşımı ile, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde “adalet”[2] ismi altında kapsanan farklı grupları birleştiren yürüyüş arasında kayda değer bir fark yoktur. İkisi de, Laclau’nun bakış açısından baktığımızda, sadece öyle olmalıdır, biri diğerinden daha meşru değildir.

***

O halde yeni sol içinde birbirine teğet geçen iki ayrı bakış açısı buluyoruz. Badiou’da devrimci bir niyetle (ama devrimci bir sonuçla değil), kolektif gönderimi olan isimler askıya alınır. Örneğin ne Türk, ne vatan, ne ulus vb.. Artık tek önemi olan slogan “hep beraber” gibi salt çoğulculuğa, kimlik çokluğuna işaret eden çıkışlardır. Laclau’da ise devrimci bir niyetle değil, ama başarılı siyaset yapmanın sanatı olarak her daim isimlerin zaruretini buluruz. Daraltarak söyleyecek olursak, Badiou’da kolektif isimler yüzyılın hatasıdır ve sağ kadar yirminci yüzyılın solu da bu hatadan münezzeh değildir; Laclau’da ise siyasi hareketlerde kimlikleri bütünleyici isimler aşılamazdır (aşılması hatadır) ve tam da bu sebeple sol ile sağ arasında ayırt edici bir fark yoktur. İlkinde kolektif gönderimli bir isme başvurduğumuzda, ikincisinde ise hep başvuruyor olduğumuz için sağcılara benzeriz.[3]

Bu durumda ne yapmalıyız? Bu iki alternatif tezden birini ya da diğerini seçmeli miyiz? Ya da birindense diğerini seçtiğimizde siyasi bir fark yaratmış olur muyuz? Düşünelim. Badiou’yu seçtiğimizde ve örneğin emperyalizme karşı bağımsız “Türk ulusu” dediğimizde, faşistlerle aynı hataya dâhil oluyoruz. Bizi bu hataya bulaştıran şey isimdir. Laclau’yu seçtiğimizde ise “Türk ulusu” sloganı başarılı bir siyaset için gereklidir, ama kaygıları bambaşka olan hareketlerin sloganları da (örneğin “özgürlük,” “hukuk”) aynı sebeple ve eş ölçüde meşrudur. Kimin haklı olduğunun Laclau için pek de bir önemi yoktur.

Dolayısıyla her iki yazar için de siyaset sahasındaki esas konu, aralarındaki küçük farkları ihmal edecek olursak, kalabalığın bir isme sahip olup olmaması üzerindeki, yani retoriğe dair derinlikli ve inceltilmiş akıl yürütmelerdir. Bir siyasi hareketin faşist, liberal, sosyalist, ulusal bağımsızlıkçı vs. olup olmadığını belirleyen şey, yani dünyadaki gerçek savaşların işaret ettiği antagonistik olgular, ya artık önemsizdir (Badiou) ya da eş önemdedir (Laclau).

***

İyi ama bu iki apayrı düşünürü bir torbaya atmak için yine de geçerli bir sebebimiz var mı? Birbirini teğet geçen ama isimler konusunda hiç de aynı düşünmeyen, hiç de anlaşamayan bu iki yazarı bir arada ele almamız meşru mu? Eğer Badiou’nun Yüzyıl’ında (La Siècle) ya da Laclau’nun The Rhetorical Foundations of Society’sinde emperyalizm ve Batı-merkezcilik hakkında, yani daha da ileri gidersek süregiden gerçek dünya savaşı hakkında en azından bir not ya da bir eleştiri bulsaydık, geri kalan bütün felsefî akıl yürütmeleri başka türlü ele alabilir, bu metinlere farklı bir bakış açısıyla yaklaşabilir, aralarındaki farkları sorgulayabilirdik. Ama emperyalizmden söz etmeden faşizm edebiyatı yapılmasının ya da akımları eşitleme eğiliminin en azından yetersiz (ve nihayetinde gerçek dışı) olduğunu düşünerek, bunu yapmayı reddediyoruz.

Oysa bu iki kitapta bir emperyalizm analizi bulunsaydı, isme sahip olan antagonistik bir kampın, siyaset yapma sanatı olarak değil ama devrimci bir niyetle biçimlenmesi gerektiği açığa çıkardı. Ancak tam da emperyalizm olgusu eksik olduğundan, Badiou’da artık ulus isimlerine, Laclau’da artık ismin devrimci karakterine ihtiyaç kalmaz. Bunu sadece teoride değil aktüel siyasî sahada da fark ederiz zaten: örneğin emperyalizm olgusunu görmeyenler veya onu kasten ihmal edenler için ya “Türk ulusu”nun yerine “hep beraber” sloganı geçer ya da  “Türk ulusu” devrimci karakteri olmayan alelade bir slogan konumuna düşer. Dahası Badiou’da, Mao’nun ulusal kurtuluş savaşında toplum içi küçük çelişkileri antagonist çatışma yoluna başvurmaksızın aşma fikri (yani orijinal anlamıyla hep beraber olma olgusu), anlamını değiştirerek adeta emperyalizmle beraber olmaya dönüşür (Arap Baharı). Benzer olarak Laclau’da antiemperyalist bağlamından kopan Latin Amerika devrimciliği, anlamını değiştirerek, halk savaşı yerine imtiyazlı sloganların bütünleştirdiği kimlik çokluğuna doğru bükülür.  

Dolayısıyla ayrıntılarda ne kadar farklı olsa da bu iki teğet tez, emperyalizm olgusunu görmezden gelerek karşıt akımları birleştirmiştir. Daha doğrusu, bu eşitleme eğilimine sebep olan şey, emperyalizm analizinin teoriden düşmesidir. Ve bu kayıptan itibaren ve onun aracılığıyla, artık faşizmle sosyalizm, ırkçılıkla ulusal kurtuluş savaşları, sağ ile sol vs., gayrımeşru bir biçimde benzer akımlar gibi gösterilmekte ve yazılmaktadır. Küçük bir ayrıntı gibi görünen bir analizin eksikliği, çıkış noktaları bambaşka olan yeni sol teorileri birbirine teğet konuma taşımaktadır.

***

O halde çözüm için yapılması gereken nedir? Belki gerçek olguyu (emperyalizmi) teoriye yeniden davet etmek, cesaret gösterip gerçeklikle bir parça temas kurmaktır. Teoriden teoriye koşan sonu gelmez bir arayışa ve sonsuz faşizm paranoyasına kapılmak yerine, dışarıya çıkıp birazcık taze hava almak… Zira emperyalizm bir gerçeklik olarak teoride yeniden belirdiğinde, antagonizmanın öbür kutbunda hem kaçınılmaz olarak ulus isimleri ve bir kamp olacak hem de bu isimler kaçınılmaz olarak devrimci bir karaktere sahip olacaktır. Bir başka deyişle, gerçek dünya savaşında Badiou’nun isimsiz kimlik çokluğu da, Laclau’nun kimlik çokluğunu bir arada tutmaya yarayan isimleri de soldaki anlamını yitirecektir. Dahası bu, faşizmi yeniden emperyalist kutba atfeden meşru bir girişimin başlangıcı olacaktır.

 

[1] Sloganın tamamı: “vatan, sosyalizm ya da ölüm.”

[2] Sloganın tamamı: “hak, hukuk, adalet.”

[3] Deleuze ve Guattari, Mille Plateaux’da üçüncü bir alternatif ortaya koyar. Buna göre moleküler yanal bağlar, isme tekabül eden molar dikey yapılara taşınmazsa hiçbir şeydir. İlk başta Laclau’nun tezine benzermiş gibi görünen bu görüş, adı geçen kitapta spesifik olarak Avrupa-merkezci beyaz adamın emperyalizmine karşıt olarak ele alınır ve şüphesiz ayakları daha çok yere basan bir başlangıçtır. Yine de yazarlar, Doğu egzotizmi ile karışık yarı-anarşist alternatifleri araştırmayı hep daha öne koyarak, Doğu’nun reel siyasi seçeneklerini ertelemiş ve Doğu modernizmi hakkında söz söylemekten çoğu zaman imtina etmiştir.