Devletlerarası ilişkilerde diplomasi gibi barışçı yöntemlerin işe yaramadığı, ara buluculuk gibi girişimlerin sonuçsuz, misilleme, ekonomik ambargo gibi yaptırımların da çözümsüz kaldığı durumlarda devreye savaş girer. Yani, birçok yol denendikten sonra, krizlerin giderilememesi durumunda başvurulan yöntemlerden biridir savaş ve en şiddetli ilişki biçimi olarak tanımlanır. Buradaki “ilişki biçimi” ifadesi, savaşın, “başka araçlarla sürdürülen siyaset” olduğu kabulüne de gönderme olsa gerektir. Fakat Clausewitz bu saptamayı yaptığında dünya emperyalizm öncesini yaşıyordu ve emperyalizm döneminde, siyaset savaş ilişkisinde, hangisinin öncelikli olduğu da önemli bir tartışma başlığıdır. Çünkü emperyalizmin azami eğiliminin hayata geçmesi ancak dolaylı ya da dolaysız savaşlarla mümkündür ve siyasetin, bunun kabul ettirilmesi ilişkilerinden başka bir şey olmadığı saptaması üzerinden savaşın öncelikli bir duruma geldiği de söylenebilir.
Eski ve yeni savaşlar ve tanımlar
Savaş ve barışın aynı anda devrede olduğu yani bir yandan savaş sürerken diğer yandan barış dönemi yöntemlerinin de uygulandığı örnekler vardır tarihte. Aslında her savaş biraz böyledir. Çünkü savaş, son tahlilde, kazanan devletin barışının hayata geçmesi içindir.
Modern devletler hukuku, savaşı, devletlerin birbirleriyle uluslararası hukukun kurallarına uyarak, çıkarlarını zorla kabul ettirmek için yaptıkları silahlı mücadele olarak tanımlamıştır. Ancak emperyalist savaşlar, uluslararası hukuku da tepetaklak etmiş, daha doğrusu, uluslararası hukuk denilen şey, en sonunda, emperyalist savaşların kazanımları ölçüsünde geçerliliğini sürdürmüştür. Bu bakımdan uluslararası ilişkilerde hegemonyaya karşı mücadele bir yönüyle emperyalizme karşı da mücadeledir.
Devletlerarası ilişkilerde savaş tanımları modern fakat savaş oldukça eski. Büyük tarihçi İbn Haldun, savaş insanlık tarihi kadar eskidir, der. Savaşların insanlık tarihi kadar eski olduğu saptaması, savaşların insanlık tarihi boyunca benzer nedenlerle çıktığı ve benzer yöntemlerle yaşandığı anlamına gelmez ama. Her tarihsel aşama, insanların bir arada yaşama olanaklarına köklü müdahalelerde bulunduğu gibi, savaşları doğuran koşullarda da, savaşların yönteminde de köklü değişiklikler yapmıştır. Fakat her bir dönemin savaşlarını doğuran koşulların tek bir yönü asla olmamıştır; iki farklı yönü, iki farklı ucu vardır. Yani her bir savaş farklı taraflar için farklı anlamlar taşıyor, farklı sınıfsal ilişkilere ve çıkarlara yaslanıyor.
Her savaş bir tarafın meşruiyetinin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla diğer taraf için meşruluk sorunu yaratıyor. Yani, savaş ve barış olguları tarihsel ve modern bakış açıları dikkate alınarak incelendiğinde ve her savaş siyasî, iktisadî ve askerî hedeflerin yönü üzerinden sınıflandırıldığında, savaşın ve barışın meşruluk boyutu kristalize olur. Böylece, barış iddiasında bulunanların samimiyetini, barış yaklaşımındaki sınıfsal çıkarların yönünü anlayabilmenin formülü olarak, meşru ve meşru olmayan savaşlar ayrımının temeli, bir başka ifadeyle, haklı savaşın meşruiyetinin temeli ortaya çıkmış olur.
Siyaset ve savaş ilişkisi
Savaş ve siyaset ilişkisi, hangisine öncelik tanınırsa tanınsın, her savaşın sınıfsal niteliği sorununu açığa çıkarır. Lenin, Marksistlerin her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dâhil olmadığını, niçin savaşılıyor, savaşı tezgâhlayanlar, yönetenler hangi sınıflardır gibi sorulara yanıtlar verilmesi gerektiğini söylerken bu niteliği açığa çıkarmanın önemini vurguluyordu. Çünkü mutlak savaş karşıtlığı bilimsel sosyalistlerin tavrı değildir. Ortada bir savaş varsa, o savaş mutlaka bazı sınıfların lehine, bazı sınıfların aleyhinedir; bu bakımdan savaşın sınıfsal niteliği analiz edilmelidir. Lenin’e göre savaştan savaşa fark vardır, savaşı hangi tarihî koşulların doğurduğu, hangi sınıfların yönettiği ve hangi amaçlar için savaşıldığı iyice bilinmelidir.[1]
Bu belirleme şunun için önemlidir: Her savaşın sınıfsal karakteri onun haklı mı haksız mı, ilerici mi gerici mi olduğunu, ulusal kurtuluş savaşları mı yoksa emperyalist işgal girişimleri mi olduğunu ortaya çıkarır.
Bu bağlamda savaş ve siyaset arasındaki fark, söz konusu eylemin şekil ve araç değiştirmesidir. Savaş da siyaset de sınıflı toplumlarda, sınıfların hâkimiyet yöntemlerine verilen cevaptan başka bir şey değildir. Siyaset, sınıfların örgütlü mücadelesini içeren, rızaya dayalı bir hegemonik görüngüyken savaş, zora dayalı bir hegemonik görüngüdür.
Bugün uluslararası siyasi ilişkiler düzleminde iki siyasi çizginin karşı karşıya olması da bu tahlili açıklamaktadır: Emperyalizmin azamî sömürüsünün önündeki en büyük engel olan ulusal devletleri ve o devletlerin uluslarını dağıtma siyaseti ile emperyalizme karşı direnen devletlerin ve o devletlerin emperyalizmle çelişmesi olan bütün ulusal bileşenlerinin ortak siyaseti... Emperyalizm çağında yaşanan bütün savaşlar da bu iki siyasetin araç değiştirerek sürdürülmesinden ibarettir.
Sınıfların temel çıkarlarını yansıtan siyasetlerin büyük dönüşümlere yol açan maddî bir kuvvet haline gelmesinde en büyük araç, modern tarih boyunca, hiç kuşkusuz savaşlardır. Engels’in 1888’de Komünist Partisi Manifestosu’nun İngilizce basımına yazdığı önsözde, yazılı tarihe atıfta bulunacak şekilde yeniden yorumladığı hâliyle, “bugüne kadar var olan tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir”[2] ifadesi de, siyaset/savaş ilişkisinin başka bir anlatımıdır. Kuşkusuz bu anlatım, tarihi, malzeme olarak savaş, fetih gibi vakıalar üzerinden değil, ekonomik üretim yöntemleri üzerinden okumakta ve sınıf mücadelesini yani siyasi çelişmeyi, gelişmenin belirlenimi olarak kavramakta.
Haklı savaş
Haksız savaş
Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde[3] kabul ettikleri “sık çatışmalar”ı, Fransız Üçlemesi’nde[4] savaş-siyaset-ekonomi düzleminde değerlendirir. 1854-1856 Kırım Savaşını yakından takip eden Marx, savaşta, iktisadî güdülerle siyasî güdülerin birleştiği değerlendirmesini yapacaktır.[5] Marksizm’in ustalarını, yaşadıkları dönemde tanık oldukları savaşlar, özellikle 1848 Komünist Birliği’ndeki “devrimci savaş” fikri etrafında gelişen değerlendirmeler, Kırım Savaşı ve Almanya’nın birliğini getiren 1866 Avusturya-Prusya ve 1870 Fransız-Prusya savaşları üzerine yaptıkları incelemeler savaşın “önemli bir etken” olduğu fikrine ulaştıracaktır.
Savaşın önemli bir etken olduğu değerlendirmesi sadece 19. yüzyılla sınırlı değildir. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı’nda, 20. yüzyıla savaşın damgasını vurduğunu belirtir. Devrim ise bu “savaşın çocuğudur”. Savaşın yol açtığı “devrimler her iki savaşı sona erdirmiştir.”[6] Hobsbawm 20. yüzyılda savaş ve devrim ilişkisini şöyle değerlendiriyor:
“Birinci Dünya Savaşı’ndan sonrakiler, içinde yaşayan çoğu insanın giderek anlamsız bir katliam olarak görmüş olduğu şeye karşı şiddetli bir tepki içinde gelişti. Bunlar savaşa karşı yapılan devrimlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki devrimler, Almanya, Japonya ve genel olarak emperyalizm gibi düşmanlara karşı verilen bir dünya mücadelesine halkın katılımından kaynaklandı.”[7]
19. yüzyıl ile 20 ve 21. yüzyıl savaşları arasında kapitalist sistemin emperyalistleşmesi olgusunun yol açtığı bir fark söz konusu. Marx ve Engels’in savaşı ele alış yöntemleri en genel biçimiyle Engels’in Tarihte Zorun Rolü[8] eserinde ortaya koyulduğu gibi özetlenebilir. Avrupa’nın ulusal devletler şeklinde örgütlenmesi ve bu ulusal devletlerin arasındaki uluslararası uyum, proleter diktatörlüğüne giden yolda işçi hareketinin gelişmesi için gerekliydi. Dolayısıyla ulusal devlet örgütlenmesini doğuran her savaş, her ayaklanma, her politika, Bismarck’ın küçük Alman devletlerini ortadan kaldırması gibi, ileriydi, meşruydu.
20. yüzyılda kapitalizm emperyalist karakter kazandı. 19. yüzyılda uluslaşma savaşı veren Avrupalı devletler, 20. yüzyılda, uluslaşamamış Asyalı halkları sömürgeleştirme ve Asya coğrafyasını paylaşma savaşları verdiler. Sömürgeleştirilmek istenen halklar da emperyalizme karşı direnme savaşı verdiler. Bu tarihî süreç, ileri ve geri olanların yer değiştirdiği aşamayı yansıtıyor. Bu aşama 19. yüzyılın haklı savaşları ile 20. yüzyılın haklı savaşlarının doku değiştirmesidir. 19. yüzyıl Avrupa’da uluslaşma sürecinin yoğun yaşandığı yüzyıldı. Uluslaşmanın önünü açan, Jean-Jacques Rousseau’nun ifadesiyle insanları özgürleştiren, “daha önceki kuşakların hepsinden daha kitlesel ve daha muazzam” bir sınıf olan işçi sınıfını tarih sahnesine çıkaran devrimleri doğuran savaşlar haklı savaşlardı.
20. yüzyıl ise, dünya tarihinin en yoğun Devrimler Çağıdır. Bu yüzyılda devrimler iki dalga halinde gelişti. “İkinci dalga İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktı. Birincisi de tamamen farklı bir biçimde olmakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkmıştı.”[9]
1905 Rus Devrimi’nden 1975 Vietnam, Kamboçya ve Laos’un kurtuluşuna kadar uzanan devrimlerin emperyalizmin saldırılarına karşı vatan savunmaları/ulusal kurtuluş savaşları ve gerici sınıflara karşı verilen devrimci iç savaşları haklı ve meşru savaş kategorisi içerisinde, ezilen ulusların devrimci dönüşümüne yol açan büyük atılımlardır. Yüzyılımızın bütün devrimleri bu haklı savaşların sonucudur.
Haklı ve haksız savaş ayrımı emperyalizm çağının keşfi değil. Antik Yunan hukukunda tanımlanıyor. Yani, sınıfların ortaya çıkışından bu yana haklı savaşlar veriliyor ve insanlığın haklı savaşlar sonucunda geliştiği biliniyor. Haksız savaşa karşı çıkmak nasıl insanlığın önüne açmak içinse, haklı savaşın yanında olmak da yine insanlık için. Haklı savaşın karşısında yer almanın ise insanlıkla hiçbir ilgisi yok. Haklı savaşın karşısına dikilenler, tarih karşısında, insanlığı sırtından vuranlardır. Bu bağlamda, çağımızda emperyalizme karşı verilen haklı savaşlar insancıl bir dünyanın kuruluşunun önsözü olarak kavranmalı.
Rusya’nın haklı savaşı
Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askerî harekât, NATO’nun genişlemesine karşı bir savunma refleksidir ve gelişen dünyanın lehinedir. Çünkü NATO’nun kuruluşundan bu yana 73 yıllık pratiği, onun bir savunma örgütü değil emperyalist bir saldırı örgütü olduğunu kanıtladı. NATO’nun doğuya genişleme amacı da bu yapısal niteliğinin sonucudur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar NATO, Amerika’nın, Sovyetleri kuzeyinden, batısından ve güneyinden kuşatma örgütüydü. NATO, Sovyetler dağıldıktan sonra, yine Amerika adına, ezilen ve gelişen dünyaya yönelik saldırı örgütüne dönüştü; Küresel Karşı Devrimin askerî örgütü rolünü üstlendi.
Ancak Amerika’nın Tek Kutuplu Dünya stratejisinin başarısız olduğu koşullarda NATO’nun doğuya yayılma planlarının başarılı olma şansı yoktu. Nitekim, Rusya’nın silahlı müdahalesi, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin önünü kesecek ve ABD emperyalizmine ciddi bir darbe indirecektir. Bu koşullar Türkiye’ye, Doğu Akdeniz cephesinde ve Karadeniz’de daha güvenli bir konum kazandıracaktır.
Bu bağlamda, Rusya’nın silahlı müdahalesi, Amerikan emperyalizmine ve NATO saldırganlığına bir darbe niteliği taşıması bakımdan, sadece Rusya ve Türkiye’nin değil, emperyalizme karşı savaşan bütün ulusların çıkarına olduğu için son derece haklı ve meşrudur.
[1] Lenin, Savaş ve Sosyalizm, çev. N. Solukçu, Sol Yayınları, Ankara: Aralık 1975.
[2] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, Aydınlık Yayınları, çev. Nur Deriş, İstanbul: Mart 1979, s. 44.
[3] Karl Marx – Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara: Nisan 2004.
[4] Karl Marx, Fransız Üçlemesi (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i, Fransa’da İç savaş, çev. Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul: 2016. Ayrıca bkz. Engels, “Fransa’da Sınıf savaşımları (1848-1850)’ye Giriş”, Marksizmin Başyapıtları -19. Yüzyıl- içinde, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul: Haziran 2013, s. 145-161.
[5] Marx – Engels, Doğu Sorunu (Türkiye), çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara: Mart 1977.
[6] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914 – 1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınları, 2002, s. 61
[7] Eric Hobsbawm, Age., s. 60.
[8] Friedrick Engels, Tarihte Zorun Rolü, çev. Seyhan Erdoğdu, Sol Yayınları, Ankara: Ekim 2011.
[9] Eric Hobsbawm, Age., s. 88.