Liberal mitoloji ve siyaset

Türk aydınında “kötü adam teorisi” hep vardı. 19. yüzyılın son çeyreğinde istibdadın sorumlusu olarak II. Abdülhamit görüldü; 1860’larda da Ziya Paşalar faturayı Âli Paşa’ya kesmişlerdi.

Türkiye’de istibdat kurulduğunda benzer bir rejim ve İmparator karakteri, örneğin Avusturya’da da hüküm sürüyordu. Aslında istibdadın sorumlusu ne II. Abdülhamit’tir ne de Franz Joseph. 

Türkiye’de istibdadın uluslararası hukuku Berlin Kongresinde kurulmuştu. Masanın başında Bismarck oturuyordu; her şeyin merkezine Bismarck’ı yerleştirenler, tarih yöntemi hatasını tekrarlamış olsalar da, istibdadın gerçeğine, istibdadı Abdülhamit üzerinden anlamaya çalışanlardan daha fazla yaklaşacaktır. 

Bu makalenin amacı istibdadın nedenlerini araştırmak değil, tarihi ve yaşanan hayatı anlama yöntemindeki bir hatayı eleştirmek. “Kötü adam teorisinin” beslenme kaynağı hakkında tezler ileri süreceğim. Ama önce Marx’ın bir tespitini anlamaya çalışmalıyız:

“İnsanların toplumsal üretim ilişkilerini ve bu ilişkiler altında toplanmış nesnelerin aldığı belirlemeleri, nesnelerin doğal özellikleri olarak görmek, hem kaba bir idealizmdir hem de nesnelere toplumsal ilişkileri onlarda içkin belirlemeler olarak yükleyen ve böylece onları gizemleyen fetişizmdir.”[1]

İnsan nesneleri doğada bulduğu halde kullanmaz; onu değiştirir ve değiştirerek doğayı mülk edinir. Buna üretim adını veriyoruz. Fakat üretim sadece insanlarla nesnelerin ilişkisi değildir; insan-insan ilişkisi de üretim sürecinden türer ve nesneler o sürecin içinde bir görüntü kazanır; örneğin değişim değeri edinir. Nesneleri istediğiniz kadar parçalayın içinde değişim değerini bulamazsınız. Değişim değeri nesnenin maddi varlığının parçası değildir. Yani değer nesnelerin doğal özelliğine de insan-nesne ilişkisine de ait değildir; toplumsal ilişkilerin parçasıdır. Fakat bilinçlerde nesnelerin toplumsal ilişkiler içinde yüklendikleri, insanlar tarafından nesnenin doğal parçası gibi algılanır; Marx buna idealizm diyor.

Bu idealizm nesneleri “gizemler”; yani algıların maddi gerçeklere değil mitlere dayanmasına, bu yüzden de nesnelere yönelen fetişizme neden olur. Bilinç böylece tarihi ve yaşanan hayatı maddi gerçekliğiyle değil bir mitolojik bakış açısıyla algılar. Kötü adam teorisi de burada ortaya çıkıyor.

Mitoloji en gelişmiş haliyle bir tür düalizm yaratıyor. Şeytan mutlak olarak kötüdür, melekler ise mutlak olarak iyi. Şeytanın iyilik yapması meleğin de kötülük yapması mümkün değildir; ilahi irade böyle kodlamıştır. İyilik ve kötülük mutlak olarak birbirinden ayrılır. Kötülükler her zaman şeytandan gelir.

Burada ayırma eylemi önemli. Eski Ahit Yaradılış bölümüyle, Yaradılış da şu paragrafla başlıyor:

“1 Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.”

Burada da ayırma eylemi yaradılışın en başında yer alıyor; iyi ile kötüyü, olumluyla olumsuzu, ışık ile karanlığı.

İnsan bilinci, kendi tarihine ve yaşanan hayata bakarken de, seküler bilinçler de bunun dışında değil, mitolojideki kahramanları arıyor. Masalsı bir açıklama da burada başlıyor; iyilikle kötülüğün mutlak olarak birbirinden ayrıldığı kahramanlar.

Tek bir insanın toplumun bir bölümü için mutlak olarak iyi olası ve melekleştirilmesi, diğer bölümü tarafından da her türlü kötülüğün merkezi ve şeytanın kendisi olarak görülmesi, aslında her iki kesimin de mitolojik bakışta birleştiği anlamına gelir. Karşıt şekilde aynı masalsı algıda birleşilmesi, düşmanlığın daha şiddetli olmasını sağlıyor.

Dünyanın masalsı algılanmasının bir tür mutluluk verip vermediği bilmiyorum ama tarihin ve yaşanan hayatın toplumsal süreçler ve toplumsal ilişkilerle anlaşılmasını engellediğini söyleyebiliriz.

Böylece karşımıza iki dünya çıkıyor:

Algılardaki masalsı dünya; bu dünyada iyiler ile kötüler birbirinden ayrılmıştır ve ana karakter kötü adamdır. Aynı Şeytan’ın dünyaya gelmemizde oynadığı rol gibi.

Toplumsal süreçlerle ve toplumsal ilişkilerle anlaşılabilecek maddi gerçekliğin dünyası.

İkisi zaman zaman örtüşebilir fakat örtüştüklerinde bu sadece bir rastlantıdır. Mitolojik algının da bilimsel bir temeli olduğunu göstermez.

Aynı mitolojik düalizm toplumun karşıt kutupları tarafından paylaşılabilir. Türkiye’deki liberal muhalefetin en seküler unsurlarının kendi şeytanıyla kurduğu ilişkinin, bu ilişkinin düşmanca mı dostça mı olduğu önemli değildir, Orta Çağ’ı sürdürmek isteyenlerden daha az olduğunu söyleyebilir miyiz?

Liberal bilinçlerin bu derece masalsılaşması Türk liberalizminin evrimiyle ilgili olabilir.   

Türk liberalizminin masalsılığı

Türkiye’de liberalizmin ortaya çıkışı, Avrupa liberalizminin 1830, daha açık şekilde de 1848 sonrasında devrimin karşı tezi olacak şekilde reformist paradigma geliştirebilmesi sayesindedir. 1830 devrimci hareketleri Orleansçıların iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanınca, Louis Philippe’ın krallığı altında liberal monarşi doğdu. 7 yıl sonra da İngiltere’de Victoria Çağı başladı.

Avrupa’da karşı devrimci olmayan bir dönüşüm anlamında reformist ve monarşist kimlikle ortaya çıkmasaydı, liberalizmin Babıâli’de yer bulabilmesi mümkün olamazdı. İlk Türk liberalleri, kendisini liberal olarak nitelendiren ilk Türkler Tanzimat paşalarıdır. 

Millî Mücadele önderliğinin liberal kanadının tezlerini en iyi inceleyebileceğimiz metin Sivas Kongresi tutanaklarıdır. Kongrede liberal tezlerin etkin şekilde dillendirilebilmiş olması Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya sisteminde ağırlık merkezi oluşturmasıyla ilgilidir. O tezler gücünü ABD’nin olanaklarından alıyordu. Sivas’ta liberalizm kendisini Amerikan mandası taraftarlığı olarak göstermiştir. Kongre tutanaklarını okuyanlar, Türk liberalizminin, meta ekonomisinin kapitalist biçiminin en güçlü şekilde geliştiği Amerika Birleşik Devletleri’nde kendi meleğini nasıl keşfettiğini kolaylıkla fark edecektir. 

20. yüzyıl liberalizminin merkezi Kuzey Amerika’ya kayıyordu ve Türk liberalizmi bu hareketin etkisi dışında kalamazdı. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkının Wilsonien yorumu ilk duyulduğunda, liberal çevrelerde başlangıçta umut, sonrasında hayal kırıklığı yaratmıştı. Fakat Başkan Wilson’un Doğu Sorunu için planlarının öğrenilmesi Türk liberalizminin karakterini değiştirmedi. Çünkü mütareke dönemi boyunca İngiliz taraftarlığının daha çok muhafazakâr, Amerikan muhipliğinin ise daha çok liberal karakteri, 20. yüzyılın nasıl şekilleneceğiyle ilgilidir. Mütareke sürecinde karşı karşıya gelen liberal ve muhafazakâr akımlar, Millî Mücadelenin hemen sonrasında 2010’lara kadar devam edecek ittifakı oluşturdular.

Liberalizm 21. yüzyıla büyük umutlarla girdi; 2008 krizi ileride liberalizm tarihi ve liberal umutlar için önemli dönemeç olarak anılabilir. Türkiye açısından bakınca kökenleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşuna kadar giden liberallerle muhafazakârların ittifakının sonlanması ile kriz tarihi üst üste geliyor.

Eğer liberallerin muhafazakârlarla ayrışmasını toplumsal süreçler ve toplumsal ilişkilerle açıklamak istiyorsak, 2008 krizinin etkileri, araştırmayı hak eden bir konudur. Cumhuriyetle neredeyse yaşıt ittifakın dağılmasıyla krizin eş zamanlılığı rastlantı olmamalı. 2008 krizinin etkileri siyasetin liberal merkezinin ortaklıklarıyla incelenebilir. Başka şekilde söylersek, günümüzün global süreçleri ve ilişkileri, Batı tekelci sermayesinin 2008 sonrası uyum sağlama biçimi ile liberal yapının aldığı şekil arasındaki ilişkiyi inceleyerek açığa çıkartılabilir. Bu, bilinçlerin nasıl şekillendiğinin anlaşılabilmesi için de önemlidir; çünkü kriz sadece finansal bir kriz değildir, kapıları masallar âlemine daha da açan bir krizdir. 

Liberalizmin 2008 krizi sonrasında aldığı biçime ortakları Türkiye’de Altılı Masa adını verdi. Masa bir kümeden oluşuyor: Sosyal demokrasi, oryantalist bir sekülarizm, geçmişte kalan liberal-muhafazakâr ittifakını sürdürmek isteyenler, Batıcı bir Türkçülük, etnik ayrılıkçılık vs. 

Eğer emperyalizm kümenin tamamını bir arada tutmayı başaramazsa, her birinin liberalizmin parçası olmadıkları değil ama liberal merkezin kendini var etmekte başarılı olmadığı sonucu çıkar.

Masanın özgün olduğunu iddia etmiyorum; aksine özünde küresel bir sürecin Türkiye’de tekrarlanması. Sadece seçim ittifakı olarak ele alınması da masanın anlaşılmasını engelliyor. Masa, ister dağılsın isterse varlığını korusun, daha şimdiden liberalizmin 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde nasıl bir şekil alacağını gösteriyor; masa çevresindeki aydının masalsı algıları da liberalizmin yeni türünün dünyayı nasıl bir mitolojiyle anladığını.

Eğer masa kendi şeytanını karşısında hazır bulmasaydı, ya da şeytan algısı ona hazırlanmış halde teslim edilmeseydi, belki de yaratması gerekecekti! İster baştan yaratsın isterse hazır olanı kullansın, her iki durumda da yaşanan hayat toplumsal süreçler ve toplumsal ilişkilerin dışında algılanır. 

Şunu da not etmeliyiz. Aydın algıları toplumdan çok da bağımsız değil; toplum mitolojik algıya sahip olduğu ölçüde aydın da kendini ondan kurtaramıyor. Daha önemlisi, emperyalist sınıflarla ilişkinin masalsı algılara duyduğu ihtiyaçtır. O sınıfların, yeni nesil teknolojilerle gerçek dünyadan çıkıp yaşamaya kurgu bir evrende devam edeceğimizi iddia etmelerinin nedeni, gerçeklik ile çelişkileriydi. Türk liberalizmine de masalsılık aynı kaynaktan, emperyalizmin çıkarlarının gerçeklerle çelişkisinden geliyor. Gerçekliğin toplumsal süreçler ve toplumsal ilişkilerle anlaşılması, bizi, devrilmesi gerekenin liberal merkez olduğu bilgisine götürür. 

Masanın yaptığı, aynı yaradılışta ışığın karanlıktan ayrılması gibi, hazır bulduğunu maddi gerçeklikten ayırmak oldu. Nasıl bir şeytan algılaması gerektiği zaten Atlantik’ten kulağına fısıldanıyordu.

Türk liberalizminin global süreçlerle şekillenmesi, yeni nesil Türk liberalizminin global sürecin parçası olması, toplumsal süreçlerin doğasıyla ilgilidir. Altılı Masanın birçok özelliğini başka ülkelerdeki liberalizmlerde bulmak zor olmayacaktır. Fakat şu soruyu da sormamak mümkün değil: Türk liberalizmi bu düzeyde Batı’dan intihal olmasaydı, acaba masalsılık bilinçleri bu ölçüde işgal etmeyebilir miydi?

Burada şeytan ifadesini gerçek bir kişi için kullanmıyorum. Toplumsal ilişkiler altında toplanmış nesnelerin belirlemelerini, nesnelerin doğal özellikleri gibi algılayan idealizmi göstermeye çalıştım. İnsan buradaki idealizme bakınca, şeytanla kurulan ilişkinin altında, toplumsal ilişkileri şeytanda içkin belirleme olarak yükleyen bir tür fetişizm mi olduğunu düşünmekten kendini alamıyor.

Marx mitoloji için şunu söylemişti: “İnsanlığın tarihsel çocukluğu, bir daha asla dönülemeyecek olan insanlığın o güzel açılma dönemi, niçin bizi sonsuzluğa kadar büyülemeye devam etmesin.”

Mitoloji büyüleyicidir ve estetiği sonsuzluğa kadar insanları etkilemeye devam edecek. Fakat büyü bilinçleri işgal ettiğinde bilimin ve devrimin karşıtına dönüşüyor. Yeni nesil liberalizminin yaptığı tam da budur.

 

[1] Karl Marx, Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri, İkinci Kitap, Sol Yayınları, Çeviren: Arif Gelen, s. 154.