Çağdaş kıta felsefesine bir kazık olarak Biyopolitika

Mirza Çelik

Çağdaş kıta felsefesine bir kazık olarak yerleşmiş, 20. yüzyılın irrasyonel anti-filozofu Henri Bergson, gerçekliği ve oluşu kavramada postmodernizme ve idealist anlamlandırmaya yol veren, tıpkı Descartes gibi “bilimsel bir metodolojiyi felsefeye bocalama usulüyle” bir bilim tohumu ekmiş olmaya değil bilimi idealist kavrayışla felsefileştirmeye daha doğrusu idealistleştirmeye kapı açmıştır. Descartes matematiği felsefileştirmek (idealistleştirmek) suretiyle “Tanrı” olumlamasına “güya” bilimsel olumlama getirebileceği kanaatine varmıştır. Aydınlanmanın ve modernizmin esaslarının doğmuş, yeşermiş ve işçi sınıfı kılavuzluğunun tarihsel-sosyolojik kuramının oluşmuş olduğu çağda, idealist anlamlandırmanın işçi sınıfı hareketlerine doğru cephe aldığı bir dönemde, kilometre taşını çağdaş kıta felsefenin ortasına bırakmış olan Bergson, matematik yerine biyolojiyi başa koymuştur. Felsefenin bir bilim olduğunu iddia ederek felsefeyi bilime yaklaştırma mücadelesinin önünü tamamen kapatmıştır. Biyolojiyi de sadece maddi bir oluş süreci olarak kavramamış “psişik ve toplumsal yaşam” ibaresiyle metafizik-fizik arası bir bağlılık kurmuştur.

Bergson’un, spekülatif ve yaşamsal terimlerle düşünme eğilimi bir ayrım yaratmış ve güya Neo Darwinizm ile Neo Lamarkizm’e bir 3. yol bulmuştur: “Yaratıcı Tekâmül.” Oluşta öngörülemeyen radikal yenilik, evrimin en büyük hamlesi ve yaşamda kalma atağı olan itkiye kalmıştır. Nedenselliği tam da burada reddetmiş olan Bergson, biyolojinin yani canlının maddi süreçlerini öngörülemez olarak görerek sezgiciliğin teorisyenliğine soyunmuştur. Biyolojinin maddi bir oluş süreci değil de psişik ve toplumsal yaşam olarak kavranması da esasında bunun teorize edilmiş olmasıydı. Nedenselliği yani tarihsel materyalist (bilimsel kavrayışı) metodolojiyi, nihai olarak tıpkı Descartes ya da Aristoteles[1] gibi diyalektik anlamlandırmayı bir kenara iten, onunla da kalmayıp tekmelemeye kalkan Bergson, bilincin oluşa doğru eğilerek süremle bütünleşmesini ileri atmıştır.

İnsanı tahttan indiren ve yerine felsefeyi[2] tahta geçiren anlayışın öncülü olarak, “evrenden kendine dönüş”ün[3] ve kati surette aklanamayacak olan Heidegger’in önünü şu sözleri ile açmıştır: “Bütünün tabiatı benimkiyle aynıdır.”

Görünürde olduğu gibi Foucaultların, daha da ileriye gidecek olursak Alman felsefesinde Heidegger gibi isimler vesilesiyle (işçi sınıfına cephe almış olmasıyla da birlikte) faşizmin doğurtkan ismi Bergson olmuş oluyor. Kaba çığır açıcılık hamleleriyle insana, insancıllığa (insan için ve insan merkezli düşünmeye) ve bir düstur olarak felsefeyi bilime yaklaştırma mücadelesine savaş açan Bergson, post(anti)modernizmle birlikte kimlik, azınlık ve metinlerarasılık metodolojisine kavramsal bütünlük getirmiştir. Günümüzde de bu felsefenin çıktığı son nokta da maddeyi reddetmek, Žižek’te olduğu gibi insanlığın bugüne kadar küfesinde taşımış olduğu birikimi, dünya devrimlerine katkı sağlamış devrim süreçlerini mağlubiyet olarak saymak ve işçi sınıfı tabanlı mücadeleyi reddetmek…

 

[1] Aristoteles, burada Bergson ve Descartes’tan ayrılan bir sapmaya ve (tarihsel ve olgusal bakılmadığı taktirde) Ptalonculuk’a karşı aydınlanmacılık yapmasıyla ayrılıyor ve Analitik Felsefenin refere noktasını bırakmış oluyor.

[2] İdealist anlamlandırma olarak felsefe.

[3] Foucault’un biyopolitikayı en öz olarak tanımladığı ibare.

İdeolojiler