Hırvatistan'daki Jeoekonomik Forum'un Başkanı Jasna Plevnik'in, China Daily için kaleme aldığı yazısının Türkçe çevirisini yayımlıyoruz. Türkçeye Emrah Zorba çevirdi.
Demokrasi, farklı biçimleriyle, dünyada en çok takip edilen siyasi sistemdir. Ancak demokrasi konusunda, dünyanın iki büyük gücü olan Çin ve Amerika Birleşik Devletleri arasında olduğu gibi, birbirine zıt görüşler bulunmaktadır. İki taraf, demokrasinin sosyal organizasyonlar ve uluslararası ilişkilerle ilgili kilit noktalarında ciddi farklılıklar göstermektedir.
Ancak bu farklılıklar ne kadar büyük ve endişe verici olursa olsun, demokrasinin en değerli yönünün çeşitlilik ve farklılık hakkı olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz.
Çin için demokrasi herkese aittir; herhangi bir ülkenin malı değildir ve insani değerlerle ilgilidir. Çin'in hızlı ekonomik kalkınması ve aşırı yoksulluğun ortadan kaldırılması, Çin hükümetinin halkın ortak iyiliği için çalıştığını göstermektedir. Altı ay önce yayınlanan bir Açık Toplum Barometresi anketine göre, katılımcıların çoğu Çin'in artan küresel etkisinin "iyilik için bir güç" olacağına inandıklarını belirtmiştir.
Pekin hiçbir zaman ne yumuşak gücünü kullanarak ne de bir savaşı tetikleyerek kendi siyasi sistemini ya da yönetim biçimini diğer ülkelere dayatmakla ilgilenmemiştir. Çin yine de dünyanın tek bir ülkenin egemenliği altında olmaması gerektiğini yineliyor.
Çin'e göre Birleşmiş Milletler, özellikle küresel karar alma ve uluslararası hukukun uygulanması söz konusu olduğunda, uluslararası demokrasinin merkezi bir kutbu olarak hareket etmelidir. Buna karşılık ABD, BM'yi değil kendisini kutup pozisyonunda görüyor. Hatta Washington Pekin'in neoliberal bir demokrasi olmasını ve ABD'nin inandığı değerlerin peşinden gitmesini istiyor.
ABD, izlediği neoliberal demokrasi türünün hem teoride hem de pratikte yönetişim için en iyisi olduğunu kanıtladığını düşünse de, önemli müttefiklerinin çoğu ABD tarzı neoliberal demokrasinin ABD'de ve küresel olarak bir krizden geçtiğini düşünüyor.
ABD'nin dış politikasında "demokrasi" en az askeri ya da ekolojik güvenlik kadar önemlidir. ABD'nin ulusal çıkarlarını ve ulusal güvenliğini korumaya yönelik genişletilmiş yaklaşımı ve güç dengesi siyaseti, Washington'un kendi demokrasi modelini küresel olarak zorlayabileceği anlamına gelmektedir. ABD, Washington için ekonomik ve jeostratejik kazanımlarla sonuçlanan neoliberal politikaları umutsuzca sürdürürken farklı yönlere doğru itilmektedir.
ABD, neoliberal demokrasi uğruna birçok anti-demokratik eylemde bulunmuş ve farklı ülkelerde rejim değişikliği yapmak için savaşları tetiklemiş ve/veya savaşmıştır. Sonuçlar harap olmuş, istikrarsız bir Irak, darmadağın olmuş bir Libya toplumu ve ekonomisi ve ABD'nin 2001'de ülkeyi işgal ederken ortadan kaldırmayı vaat ettiği Taliban tarafından yönetilen savaştan harap olmuş bir Afganistan oldu. Ancak ABD bu kaotik ve trajik gelişmeleri "küresel demokrasi yayma" kampanyasının bir yenilgisi ya da fiyaskosu olarak görmüyor.
ABD, "demokrasiyi" yayma bahanesiyle "Hint-Pasifik" bölgesinde yeni siyasi ve askeri ittifaklar kurdu ve hatta bölgeyi hukukun üstünlüğüyle yönetilen "açık, demokratik, barışçıl" bir yer haline getirmek için NATO'yu Asya-Pasifik'te genişletme fikriyle flört ediyor.
Şimdi ABD'nin en önemli jeostratejik çıkarı Doğu Avrupa'daki "demokrasi" değerlerini korumaktır. Ukrayna'da "demokrasiyi" korumanın ardındaki bu geniş kapsamlı ideoloji, 10 yıl önce ABD'nin bu ülkedeki bir darbeyi desteklemesi ve Ukrayna'yı NATO üyesi yapmaya karar vermesiyle başladı. ABD için sorun, Rusya'nın bunu hemen casus belli olarak anlamış olmasıdır.
ABD yönetimi, Rusya'ya karşı kendini savunmasına yardım etme bahanesiyle Ukrayna'ya silah gönderdi ve bu da binlerce Ukraynalı ve Rus insanın hayatına ve milyarlarca dolarlık zarara mal oldu. ABD, Avrupa Birliği ve NATO'nun ortak çabalarının Rusya'yı zayıflatmak bir yana, üzerinde hiçbir etkisinin olmaması da ayrı bir mesele.
Görünen o ki Rusya-Ukrayna çatışmasının hiçbir maliyeti onlar için çok yüksek değil. Çatışma sadece sivil halkı yaşamı tehdit eden bir krize sürüklemekle ve Ukrayna'daki ekonomiyi, kültürel kurumları ve siyasi demokrasiyi tahrip etmekle kalmadı, aynı zamanda AB'yi daha az demokratik ve daha propaganda sever bir anlatı üreticisi haline getirdi.
Avrupa'nın pek çok yerinde demokrasi sürekli saldırı altında… Rus opera sanatçıları, orkestra şefleri, yazarlar, aktörler ve sporcular Batı'nın büyük bölümünde yasaklandı ve Rusya ile bağlantılı tarihi eserler yıkıldı. Siyasi alanda ise Almanya'nın eski başbakanı Gerhard Schröder, Rusya ile yakın ilişkileri nedeniyle neredeyse iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'den ihraç ediliyordu. Ukrayna-Rusya çatışmasını "demokrasiyi" korumanın bir yolu olarak görmeyen herkesin Rusya yanlısı ve/veya ahlaken yozlaşmış olarak adlandırılması, ABD'nin Avrupa'daki demokrasiye yönelik ikiyüzlü tutumunu mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.
Avrupa'da artık bırakın sıradan insanları, Papa Francis ve barış örgütleri için bile demokrasi haini olarak saldırıya uğramadan barışı desteklemek mümkün değildir.
Avrupa'da demokrasi ve barışa bir darbe de İsveç hükümetinin 1920'lerden bu yana barış örgütlerine mali destek sağlayan barış fonuna son verdiğini açıklamasıyla geldi.
ABD'nin Avrupa'da demokrasiyi güçlendirmek için Almanya'ya 1 milyar Euro'dan fazla yatırım yaparak yurtdışındaki en büyük Amerikan askeri hastanesini inşa etmeye karar vermesi gariptir.
Rusya-Ukrayna çatışmasının üçüncü yılına girmesiyle birlikte AB için durum giderek daha farklı bir hal aldı. ABD'nin "demokrasiyi" yaymak adına savaş alanını Ukrayna'dan tüm Avrupa'ya yaydığı ve nükleer bir kıyametin yaklaşmakta olduğu artık açıkça görülüyor. Tüm dünya risk altında ve bu demokrasinin geleceği için ciddi bir tehdit. Asıl soru şu: Demokrasi halk olmadan ayakta kalabilir mi?